|

Bahtiyar bir insan: Bahtiyar Vahapzade

00:00 - 1/03/2009 Pazar
Güncelleme: 21:56 - 28/02/2009 Cumartesi
Yeni Şafak
Bahtiyar bir insan: Bahtiyar Vahapzade
Bahtiyar bir insan: Bahtiyar Vahapzade

Azerbaycan...Can Azerbaycan. Çocukluğumdan beri, Fırat'a ve Hazar'a karşı anlatılmaz bir ilgim var. Fırat... Doğup, büyüdüğüm köyün içinden geçen, kah dellenip evler yıkan canlar alan, kah nazlı bir gelin edasıyla duraganlaşan, bazen da ergen oğlan gibi kabına sığmayan şen şakrak bir hal alır. Lise çağlarımda Fırat'a olan bağlılığımı hatta aşkımı “Fırat'ta Bir Gün Batışı” şiirimde anlatmıştım... Fırat'a olan bu sevgimi onun kenarında doğup büyümeme bağlıyorum. Fakat izahında zorlandığım, onulmaz bir sevgi ve aşk da Hazar'a karşı var idi, çocukluğumda. Önüme dünya haritasını alır uzun uzun bakardım."Bu Hazar'ın kenarında benim kardeşlerim varmış, aynı dili konuşuyormuşuz, aynı dine mensupmuşuz, aynı kültürdenmişiz!" Orada Azerbaycan adında bir ülke ve Azerbaycanlı Türkler diye can insanlar varmış. Masal gibi gelirdi bana. Çocukluk aklımla "Neden ayrıyız? Neden onlar Türkiye'ye, Biz Azerbaycan'a gelip gitmiyoruz ?" diye sorardım, ama beynimi kemiren sorulara cevap bulamazdım...


“KARDAŞLAR, MEN AZADAM”

Bu beyin kurcalayan sorular, 18 yaşında bir üniversite öğrencisi iken, 1984 yılına kadar sürdü. İstanbul'da -o zaman ki ismi ile Spor Sergi Sarayı'nda- bir konser vardı. Aynı evde kaldığımız arkadaşım bu konsere gideceğimizi söylemişti. Konser, Azerbaycan'lı ses sanatçısı Zeynep Hanlarova Hanımefendi'nin konseri idi. Soğuk ve karlı bir Ocak akşamıydı. Konser salonu tıklım tıklım. Gençlerle dolan salonda büyük bir heyecan vardı. Zeynep Hanım'ın sahneye çıkmasıyla heyecan doruğa ulaştı. Yer yerinden oynuyordu. Hanlarova "Azerbaycan, Azerbaycan " şarkısını okurken hemen herkes ağlıyordu. Ve hep bir ağızdan "Zeynebe hürriyet, Zeynebe hürriyet" diye bağırıyorlardı. İnanılmaz bir tezahürat ve anlatılamaz bir coşku vardı. Zeynep Hanım coştukça coşuyordu. Tam bu esnada anlayamadığımız bir sebeple Zeynep Hanım kulise gitti. Yaklaşık on, on beş dakika sonra "Zeynebe hürriyet" tezahüratları arasında salona geldiğinde Zeynep Hanım ağlıyordu. "Kardaşlar men azadam, azadam" diyordu. Anlaşılan kulise kendisi gitmemiş, götürülmüştü. "Men azadam" derken de lisan başka, hal başka idi. Bu haletle konser sonrası Hazar'a karşı ilgim, alakam bir kat daha artmıştı. Fırat'ı istediğim zaman görebiliyordum. Ya Hazar... Hazar, ulaşılması zor bir sevgili gibi idi.


ÇİLELİ İNSAN, AKSİYON ADAMI

Köprülerin altından çok sular aktı, yıllar geçti... O görme arzusu ile yandığım Hazar'ın artık kenarındaydım, yanındaydım. İşte bu hülyalarla, soğuk Ocak ayının, karlı ve fırtınalı bir Bakü akşamında odamda otururken, Azerbaycan'da olduğum süre içinde bana mihmandarlık eden, aynı zamanda Bahtiyar Vahapzade ile çok iyi tanışan Fatih Bey içeri girdi. “Hocam”, dedi. “Bahtiyar Vahapzade sizi bekliyor.” Benim, Vahapzade'nin şiirlerini çok sevdiğimi bilen Fatih, bana sürpriz yapmış, hocadan randevu almış. Hoca, Azerbaycan İlimler Akademisi Üyesi ve aynı zamanda Milletvekili. Doğrusu bu randevu benim için hoş bir sürpriz olmuştu. Bahtiyar Vahapzade... Çileli insan, aksiyon adamı, Türkiye hayranı, Türk muhibbi bir çelebi dost. O'nu ziyaret, ifade etmeliyim ki beni heyecanlandırıyordu. Dışarı çıktık. Hava fıtınalı ve kar atıştırıyordu. Meğer evi bizim kaldığımız yere yakınmış. Yürüyerek 10 dakikada ulaştık. Bu 10 dakika içerisinde Fatih, bana hoca ile ilgili detay bilgi vermeye çalışıyordu, ama nafile onu duymuyordum bile. Ömrü ızdırap ile geçmiş bu dost insanın şiirlerini ve hangi halet-i ruhiye içinde o şiirlerin yazıldığını düşünüyordum.


“ÖMRÜM BU İKİ BAYRAK İÇİN MÜCADELEYLE GEÇTİ “

Beş katlı bir binanın önünde durduk.”İşte burası” dedi, Fatih. Bina eski bir bina, ama Bakü'nün merkezinde. Beşinci kata çıktık, zile bastık, kapı açıldı. Dilare Teyze (eşi) bizi içeri buyur etti. Bahtiyar Bey ayakta bizi bekliyordu. 'Türk evladım, sen hoş gelmiş, sefalar getirmişsin' diyerek sarıldı. Götürdüğüm Türk Bayrağı ile Azerbaycan Bayrağını üç kere öpüp başına koydu. Fatih beni uyarmasa fark etmeyecektim. Gözlerine baktım, Hoca ağlıyordu. Gözünü sildi, ”İşte bütün ömrüm, bu iki bayrak için mücadele ile geçti” dedi. Elini öptük ve oturduk. Ev oldukça mütevazı döşenmiş. Salon, çalışma odasına açılıyor. İlk gözüme çarpan bu oda oldu, her tarafı kitapla kaplı duvarlar, bir çalışma masası ve bir yatak. Gece saat beşe kadar çalışan hoca zaman zaman bu yatakta dinleniyormuş.

Vatan sevgisinden, Türkiye hasretinden bahsetti Bahtiyar hoca. “Babam” dedi,

“... okul çağıma geldiğim halde beni üç yıl okula göndermedi. Türkler gelecek Onların okuluna göndereceğim seni derdi. O bunu göremedi. Ama Allah'ıma hamd olsun, ben gördüm. İşte geldiniz.” derken gözyaşlarını siliyordu. Çocukluğundan beri hep, Türkiye'nin selameti için dua ettiğini, zira Türkiye'ye Allah muhafaza bir şey olursa kendilerinin de olmayacağını anlatırken, gözlerinden samimiyetini anlamak mümkündü. Sohbetin en koyu olduğu anda kapı çalındı. İçeri bir Dilara Teeyze girdi, elinde çay tepsisi ile. “Benim refika-i hayatım, Dilara hanım” dedi. Çayın yanında gelen baklavanın çok özel olduğunu anlatmak için. “Şeki'den, benim memleketimden, Dilara Hanım bu baklavayı çok güzel yapar” dedi, Dilara Hanım'a da iltifat ederek. Dilara Teyze tam bir Osmanlı Hanımefendisi. Türkiye'yi, İstanbul'u sordu, anlattım. Çok duygulanmıştı. Müsaade istedi ve ayrıldı.


SİZ BENİM TÜRKİYE'MDEN GELMİŞSİNİZ…

Sonra, uzunca bir şiir sohbeti başladı aramızda. Aramızda dediysem, O hep okuyor, okuyordu. Ünlü Kırgız romancı Cengiz Aytmatov'un dediği gibi “zaman yaşayan” şiirlerini birinci ağızdan, ne zaman ve hangi ilhamla yazıldığını anlayarak dinliyordum. Anlıyordum ki, Vahapzade'nin şiirlerinde yaşayan sadece zaman değildi. Dilimiz, dinimiz, tarihimiz, örf ve adetlerimiz, sanatımız, hasılı kelam bizi biz yapan değerler yaşıyordu. Sohbetimiz sık sık telefonla kesintiye uğruyor. “Hastayım” diyor, kimseye randevu vermiyor. Hakikaten de rahatsız. Zaman zaman müsaade isteyecek oluyoruz. “Hayır” diyor, “Siz benim Türkiye'mden gelmişsiniz. Sizin geldiğiniz topraklara kurban olurum” diyerek. Türkiye'ye olan aşkını, sevdasını ve muhabbetini bir kere daha vurguluyordu. Sonra da ekliyor “Türkiye'min sıkıntısı yok ya... Ne gam”.


NECİP FAZIL'IN FOTOĞRAFI BAŞUCUCUNDAYDI

"Hem, insan çilesiz olmaz ki...Çilesiz insan bilesiz ki insan değildir." dedi hemen baş ucunda asılı Necip Fazıl'ın gerçekten çileli simasını göstererek. "Bak, yüz dediğin böyle çileli olmalı. Her sabah çok erkenden kalkarım şu balkona çıkarım, Allah'a dua ederim, niyaz ederim ki, Müslüman -Türk dünyasına dirlik versin, birlik versin, bolluk versin...Karabağ'ımı da geri almayı nasip etsin diye" Bugün 80'i aşkın olan Bu ulu çınarın berrak zihninde inci gibi dizilmiş güzel Türçemiz ile yapılan sohbete doyum olmuyordu. Rahmetli Cengiz Aytmatov'u bile şiirlerine hayran kılan Bahtiyar hoca, yine dilimizin büyük ustalarını soruyor, sağlığını, halini ahvalini merak ediyordu. Anlattık. Azerbaycan'lı kardeşlerimizde Allah vergisi bir konuşma kabiliyeti var. Hele bu konuşan bir de Bahtiyar Vahapzade olursa... Müsaade isteme vakti geldiğinde... “Gel” dedi,”alnından öpeceğim, git Türkiye'min kurduna kuşuna, ağacına toprağına, bebesine dedesine kucak dolusu selam götür”... Fatih'te duygulanmıştı, ben de. Bizi evinin kapısına kadar yolculadı , gözden ırak oluncaya kadar el salladı...

"Fatih" dedim,

"Beni Hazar'ın kenarına götür..."


Sigara izmaritlerini hala saklıyor

Türkiye'ye ilk gelişini ve gemiden iner inmez toprağı öpüşünü anlattı. “Kendime söz vermiştim, Türkiye'ye iner inmez toprağı öpüp, bir avuç toprak alıp cebime koyacağım. Ama yıl 1968, takip ediliyoruz. Takip edenleri bir an atlattım toprağı öptüm ve alelacele bir avuç bir şey alıp cebime attım”. “işte..” dedi, iki sigara izmariti ve bir iki küçük çakıl taşını göstererek. Meğer aceleyle toprak alacağım derken, bu iki siğara izmaritini almış ve atmış cebine. İlk yadigardır diyerek hala saklıyor. Böylesine Türkiye sevdalısı, böylesine bize muhabbetli bu dost insana. Şimdi hasret yok, şimdi perdeler kalktı, dedim. “Yoh, yoh” dedi.”Ya Karabağ...” gözü yine yaşlandı, “Allah'a dua ediyorum ki Şuşa'da doyuncaya kadar ağlayayım ondan sonra öleyim..


SEFASI BİTTİ ÖMRÜMÜN…

Bir ara ayağa kalktı, pencerenin yanına gitti, kar taneleri arasından Hazar'a baktı, elimden tutarak;

Diyorum, sefası bitti ömrümün,

Şimdi dağ çıkarım, düze elveda.

Göze duman çöker, düze kar yağar,

Bahara elveda güze elveda.

"İşte" dedi, "ömür böyle geçer gider. Devletlerin ömrünün yanında bizimki ne ki. Unutma evlat, biz Türkiye ve Azerbaycan olarak, bir milletin iki ayrı devletiyiz...Devletlerimiz var olsun..."


DİL, İLLA DİL

Dil, illa dil diyordu. Çünkü bir milleti birbirine bağlayan şeyin dil olduğunu altını çize çize vurguluyor ve bir şiirinden bir dörtlük okuyor.

Dil açanda ilk defa “ana” söylüyoruz biz,

“Ana dili” adlanır bizim ilk dersliğimiz.

İlk şarkımız ninniyi anamız öz sütüyle,

İçirir ruhumuza bu dilde gile gile. (damla damla)

15 yıl önce