|

Başkalarının sevgisinde vicdanlarını çitileyenler

“Beni Kör Kuyularda” Hasan Ali Toptaş’ın son kitabı. Romanında büyük kentlerdeki yoksulluğu, kimsesizliği, başkalarının sevgisinde vicdanlarını çitileyenleri, soğuğu ve tüm bunların peşi sıra gelen duyguları etkili bir dille anlatıyor. Bir aileyi karanlık kuyulara iten kötülüğün çıkış noktasını öğrenme işini ise okuyucuya bıraktık.

Hatice Saka
04:00 - 2/11/2019 Cumartesi
Güncelleme: 10:21 - 1/11/2019 Cuma
Yeni Şafak
Fotoğraf: Arşiv
Fotoğraf: Arşiv

Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı Beni Kör Kuyularda Everest Yayınları’ndan çıktı. Kitabın adını görür görmez, çoğu insanın aklına “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, açık denizlerde yelkensiz bıraktın” şarkısı gelecektir. Evet, bu roman da tıpkı sözleri Ümit Yaşar Oğuzhan’a bestesi Münir Nurettin Selçuk’a ait o şarkı gibi his bırakıyor okurunun üzerinde. Toptaş’ın şiir, felsefe, mistizm, sosyoloji ve masal gibi çok sayıda unsuru barındıran dilini ve güçlü anlatımını kullandığı bu yeni romanı, kuyulardan seslenenleri ve aynı zamanda onları o kuyulara itenleri anlatıyor.

KÖTÜLÜĞÜN GÖZLERİNE BAKAMAYANLAR

Bahriye, Güldiyar ve Muzaffer gecekondularında kendi hallerinde yaşayan yoksul insanlardır. “Pılıyı pırtıyı traktöre yükleyip geldiğimiz gün, şehre göçtük diye öyle sevinçli, öyle sevinçliydik ki sorma gitsin! “ diyen Muzaffer’in bu sevinci, dağ başındaki taşlı bir gecekondu mahallesine gömülür. Muzaffer kızı Güldiyar’a şöyle anlatır özlemini çektiği köyünü: “Köy şimdiki gibi değildi tabii, neredeyse kasaba büyüklüğündeydi o yıllarda. Daha rızk darlığı başlamamıştı, göç möç yoktu, orada doğan orada kalır, orada yaşar, orada yaşlanır, orada ölürdü.” Dedesi Süleyman köyün ayakkabı tamircisidir ve o da bu mesleği şehirde devam ettirir. Karısı Bahriye, kızı Güldiyar ve yolunu gözledikleri oğlu Hüseyin. Yazar, sıradan bir ailenin kötülüğün ve acımasızlığın kucağındaki çaresizliğini nakış gibi işler. Önü alınmaz, kimsenin müdahale etmediği kötülükleri, etrafındakiler dillendirmeye bile cesaret edemezler. Sesini çıkaranların ortadan kaybolduğu söylenir, polisler umursamaz. Korku korkuyu doğurur ve dilden dile dolaşan hikayeler yüzünden derin bir çaresizliğe gömülür Muzaffer. Bir görünüp kaybolan ve insanların umursamadığı Halil şöyle der: “Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam o zaman da kendi yüzüme bakamam diyorum. ” Yazar, kötülüğün gözlerinin içine bakıp gülümseyen insan yığınlarını getirir gözünüzün önüne. Halil’in sonunda pes edip, “Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır.” sözüyle de kötülük karşısındaki ikiyüzlülükle yüzleşirsiniz.

Toptaş, günümüzün yoksul insanını tek boyutlu anlatmaz ve karakterleri çeşitlendirir. Acıma, nefret ve tiksinti uyandıran yığınları betimlerken, sizi onların iç dünyasına götürmeyi de ihmal etmez. Örneğin Muzaffer’in evlerini beraber inşa ettikleri arkadaşı Dursun ve karısı Emine. Onlar ailenin başına gelenlerden dolayı kendilerini suçlu hissetseler de sessiz kalmayı seçerler. Akıllarını yitirme pahasına korkularının esiri olurlar.

SOĞUK HEP YÜZÜNÜZE ÇARPIYOR

Toptaş’ın şiirsel ve masalsı anlatımı, su gibi akan kelimelerin içine daldırır okuyucuyu. Mesela Güldiyar’ın büyük korkuyla sallandığı anı şu sözlerle anlatır: “ Onunla birlikte, o an yeryüzünün çeşitli köşelerinde irili ufaklı milyonlarca gül de sallandı hiç kuşkusuz aynı şekilde; alı boyuna, boyu alına vurmuş milyonlarca gelincik, olgunundan hamına milyonlarca başak, envai çeşit milyonlarca ot, milyonlarca hayvan ve insan da sallandı.” Yazarın kelimeleri, tıpkı bir kuş misali oradan oraya uçarken siz de peşi sıra kanatlanıyorsunuz. Kimi zaman onu yakalamaya çalışırken birden duraklayıp tekrar tekrar okumaya ihtiyaç duyuyorsunuz. Satırlar arasında dolaşırken en çok da soğuğu hissediyor insan iliklerine kadar. “Onu yutan karanlık insanı ürpertecek kadar soğudu sonra, camlar, çerçeveler soğudu, duvarlar soğudu, yapraklar soğudu, kendi genişliklerini susan, kendi genişliklerini fısıldayan boşluklar soğudu, kapılar soğudu, sular soğudu ve gece çatıların, antenlerin, avluların, ağaçların ve cümle mahlûkatın üzerine basa basa yürüdü, ...” Toptaş, roman boyunca öyle ayrıntılı ve çarpıcı anlatıyor ki bu keskin havayı duyumsatıyor insana. Ankara’nın taşlı gecekondu mahallesinde bir gece yarısı insanlar uykusunda iken gezindirir sizi: “Ağrısı sızısı, gamı kasaveti olmayanlar uyudu, içinden kafasına takılan şeyi izah etseydim şimdi yârimden ayrılmaz, mis gibi onun koynunda yatardım diye geçirenler yastıklarına sarılarak bir sağa bir sola döndü, işsizler gözlerini boşluğa dikip acı acı of çekti, çocuklar uçurumlarla dolu, korkunç ve karanlık rüyalar gördü, ...” Bu tadımlık alıntılar ile romanın büyülü ve sinematografik havasından bir esinti getirmeye çalıştık.

Doğu’nun Kafkası olarak nitenlendirilen Toptaş, büyük kentlerdeki yoksulluğu, kimsesizliği, başkalarının sevgisinde vicdanlarını çitileyenleri, soğuğu ve tüm bunların peşi sıra gelen duyguları etkili bir dille anlatıyor. Ancak bunu yaparken o sokakların ve insanların kalbine öylesine nüfuz ediyor ki, kimi zaman bir masalın, kimi zaman bir şiirin, kimi zaman da kaskatı gerçeklerin içinde buluyorsunuz kendinizi. Sözün özü , usta yazar Hasan Ali Toptaş, romanını özlemle bekleyen okuyucularını hayal kırıklığına uğratmıyor.


#Hasan Ali Toptaş
4 yıl önce