Kültür dünyamızın sembol isimlerinden birisi Rasim Özdenören. Yalnızca edebiyat dünyasında edindiği seçkin yer dolayısıyla değil, düşüncenin yeteri kadar değer bulmadığı bir ülkede ortaya koyduğu çalışkan, titiz ve ufuk açıcı entelektüel verimler dolayısıyla da bu nitelendirmeyi fazlasıyla hak ediyor. Rasim Özdenören okurlarıyla ve kamuoyuyla Yeni Şafak'ta dikkatle takip edilen yazıları aracılığıyla zaten buluşuyor. Fakat ben bu sefer üstada kendi özel tarihine ışık tutacak sorular yönelttim. Üstad da sorularımı her zamanki ihata edici ve ufuk çizen bir üslupla cevapladı. Eminim ki bu cevaplardan taliplisi müstefid olacaktır.
Ben kendi payıma nerede o eski bayramlar demiyorum. Her bayramın kendine mahsus bir güzelliği var. Nerede o eski bayramlar diyenler bir bakıma 'Nerede o bizim eski gençliğimiz' diyorlar. Kendi zamanından yakınma durumu insanın en eski alışkanlıklarından birisidir. Habil ile Kabil zamanında da 'nerede o eski cennet günleri' deniliyordu. Her geçen gün insanı eskiyi özletir hale getiriyor. Bu herhalde insanın fıtratında olan bir durum. Yoksa bayramlar, Ramazan'ın kendisi her zaman aynı olarak kalıyor.
Bayram orada duruyor, bayramın kendisinde bir aşınma durumu söz konusu değil. Ama insanların bayrama karşı ilgisinde değişiklikler olabilir. İnsanın kendinde olan bu değişikliği bayramın kendisine atfetmememiz gerekir.
Bize her bayram yeni ayakkabılar, kıyafetler alınırdı. Babam memur olduğu için durumu uygundu. Bayram için alınan ayakkabıları yastığımızın altında saklardık. Bayram demek çocuk için biraz da yeni elbise, ayakkabı, çorap demekti.
Maraş'ta Ramazan bayramına özgü tuzlu çörek yapılırdı. Evde onun hamuru yapılır, pişirilmek üzere fırınlara gönderilirdi. Fırınlarda uzun kuyruklar olurdu, sabaha kadar kuyrukta beklendiği olurdu. Maraş'ta Ramazan bayramının bir adı da 'çörek bayramı'dır. Yine döğme ile yani kabuksuz buğdayla hazırlanan keşkek aşı yapılırdı.
Bize okuma zevkini annem aşıladı. Annem ilkokul üçüncü sınıftayken kız-erkek öğrenciler beraber okumaya başlayınca annemi okuldan almışlar. Mahalleden birisi dedeme “Hacı Efendi senin kızın gösterişli. Şimdi kız erkek karışık okumaya başladılar. Çocuğu okuldan alsan iyi olur” demiş. Böyle ipe sapa gelmez bir nedenden dolayı annem okuldan alınmış. Annem ömür boyu bunu affedemedi. Neredeyse öldüğü güne kadar dedeme bu sözü diyen kişiyi tanımadığı halde onu affedemedi. Bir komşu teyzeye mühendis olan oğlu okumayı öğretiyordu. Annem de bu teyzeden müsaade alarak bizim de o derslere gitmemizi sağladı. Okula başlamadan okumaya bir aşinalığımız olmuştu. Artı Kuran okumak üzere mahalle mektebine gidiyorduk. 1940'lı yıllarda aslında yasaktı.
Yasak olduğu için kapıda bir öğrenci gözcü olarak bekletilirdi. Sokakta bekçi, polis görünürse içeriye 'geliyor' diye seslenirdik. (Gülerek)Bir gün benim sıramda bekçi göründü. İçeriye hevesle bağırdım. Bekçi sokaktan kaybolunca da 'gitti' diye bağırdım, sesler tekrar yükseldi. O zaman mahalle mektebinde yüksek sesle eğitim alınırdı.
8-9 yaşlarımızda Malatya'ya geldiğimizde mahallenin çocukları Hz. Ali'nin Cenkleri'ni okuyordu. Böylece bizim okuma serüvenimiz de Hz. Ali'nin Cenkleri ile başlamış oldu. Yalnız bundan önce Maraş'tayken dayılarımdan birisi bana bir hikaye kitabı hediye etmişti. Kitabın adını hatırlamıyorum ama içindeki hikayeler hala hatırımdadır.
İlkin kitapları mahalle çocukları ile birbirimizden ödünç alarak okuyorduk. Daha sonra bu kitapların kitapçılarda satıldığını öğrenince kendimiz de satın almaya başladık. Satın almanın yanı sıra Tevfik Usta diye birinden kiralık kitaplardan da kiralardık. Alaeddin ile beraber aynı kitabı okurduk.
Tabi tabi. Kitabın günlüğü beş kuruştu, ikinci güne kalsa on kuruş vereceğimizden çabucak okurduk. Alaeddin benden hızlı okurdu. Onun her işi hızlıydı. Oyun oynarken, kitap okurken hep hızlıydı. Hayatı da hızlı geçti ve hızlıca da öldü. Yere oturur, sırtımızı duvara yaslar kitabı dizlerimizin üzerine koyardık. Kitabın bir sayfası benim dizimde diğer sayfası Alaeddin'in dizinde olurdu, öyle okurduk. Alaeddin çabuk okuduğu için ikide bir dürtüklemeye başlardı 'çabuk oku' diye. Bense istersem çabuk okurdum fakat çabuk okumak istemezdim. Sindire sindire okumak isterdim, hoşuma giden bir cümle olursa bir daha bir daha okurdum.
Yüksek tahsili annemin hatırı için yaptım. O benim hukuk fakültesini bitirmemi istiyordu. Çocukluğumdan itibaren o ağırbaşlılığın verdiği bir yakıştırmayla bana hakimliğin yakışacağını söylerlerdi.
Bana kalsaydı sosyoloji, filoloji veya felsefe istiyordum. Fakat bu bölümleri bitirecek olursam öğretmen olmam gerekiyordu ama ben öğretmen olmak istemiyordum. (Gülerek) Şayet benim de içinde olduğum sınıf gibi yaramaz bir sınıfa denk gelirsem baş edemem endişesiyle istemiyordum. Ama hukuku seçtikten sonra memnun oldum. Hukuk olağanüstü güzel bir ilim.
Sadece yazma değil, hiçbir şey insana zorla yaptırılamaz. Eğer bir kişi yazmak istiyorsa yazmaya devam etsin, neler yazabileceğini yoklasın. Şiir yazıyorsa o şiiri bir de düz yazı olarak yazmayı denesin.
Yazmak istediğim fikir kafamda dört dörtlük oluşmadıkça elime kalemi almam. Yazının her tarafı belli olacak, ara cümleler bile. Notlarımı da almış olacağım. Yazmaya bir kere de başlayınca da ondan bir daha ayrılmam, kendimi serbest çağrışımlara kaptırmam. Eğer yeni çağrışımlar gelirse onu bir yere not ederim. İşlenecek bir konuysa onu ayrıca düşünür işlerim, değilse de bu çağrışımlara izin vermem. Ama benim çevremdeki çoğu kimse böyle değil. Erdem, Cahit, Alaeddin yazarken çağrışımlarına dayanırdı.
Biz bayramlarımızı da çocukluğumuzu da aslında dolu dolu yaşadık. Evimiz bahçeliydi, bahçemizde bir sıra güllerimiz, dut, erik, kayısı ağaçlarımız vardı. Mahallenin çocukları ile bizim evin bahçesinde toplanır oynardık. Bayramlarda en çok hoşumuza giden de tabii el öptükten sonra harçlık almaktı. Bize harçlığı bol verenler olurdu. Onların elini öpmeye çok heveslenirdik. Genişçe bir aile çevremiz vardı. Aslında diğer günlerde de birbirimizi görmekten mahrum olmamamıza rağmen bayramda bu ziyaretler bir ritüel halinde yerine getirilirdi. Misafirler beklenirdi. Bunlar güzel günlerdi. Aynı günlerin bugün yaşanmadığını söylemek doğru değil. Öyle zannediyorum ki bayramı tatil olarak değerlendiren kişiler zaten farklı bir kültürün içine doğmuş kişiler.
Beş yaşlarındaydım, ilk defa o bayram bize takım elbise alındı. Kısa pantolon ve ceketti, rengi de lacivertti. (Gülerek)Adım atma şeklim değişmişti. Sıcak bir bayram günü olmasına rağmen o ceketi üzerimden bir türlü çıkarmak istememiştim, çünkü bayramlık ceketti.
Bize hep aynı elbiseler, ayakkabılar alınırdı. Sadece renkleri farklı olurdu, biz seçerdik. Dolayısıyla biz kardeşler arasında kıskançlık da yaşamadık. Aramızda kıskançlık doğmadığı için dışarıya karşı da hiç kıskançlık hissi duymadık.
Bizim ablalarımız da dünyaya ikiz olarak geliyor. Ama onlardan birisi küçükken rahmetli oluyor. Babam gençlik yıllarında bir hastalık geçirmiş. Rahatsızlığı sebebiyle İstanbul'da kaldığı Fransız hastanesindeki bir Rum hemşire babam taburcu olurken evli olup olmadığını sormuş. Nişanlı olduğunu söylemişler. Hemşire o zaman, 'Bunun çocukları hep ikiz doğar' demiş. Neye istinaden söylediği meçhul kalmış ama hakikaten de annemim ilk çocukları ikiz kız, ikinci olarak da ben ve Alaeddin ikiz olarak dünyaya geldik.
Birbirimizi hem severdik hem de kavga ederdik. İki insan bir arada yaşıyorsa ister eş, ister arkadaş olsun kavgasız yaşanmaz. İnsan demek biraz da kavga demek. Bu duygularla biz kardeşimle de kavga ederdik. Birbirimizin canını acıtıncaya kadar birbirimizi döverdik fakat çok enteresandır hiç küsmezdik. Alaeddin bana meydan okurdu. Ben de onun meydan okumasına cevap verirdim, odaya geçer kavga ederdik. Yoruluncaya kadar birbirimizi hırpalardık. Kapıyı açıp çıktıktan sonra da o olay yeni bir kavga gününe kadar orada kalırdı. Fakat gene enteresandır ablamızla kavga ettiğimizi hiç hatırlamıyorum.
(Gülerek) Bugün de tahlil edemiyorum ama o sanki ayrı bir tür gibi gelirdi bize.
Annemde bize karşı çok enteresan duygular vardı. Bunu tabi bugünden geriye dönerek söylüyorum. O bize hep olgun muamelesi yaptı. Özellikle de bana çocukluktan itibaren kendi yapacağı işler hakkında bile her zaman fikrimi sorardı. Ben de düşünürdüm ve aklımın erdiğince ona cevap verirdim. Babam da bana danışırdı. Yine bize hiç sınıfı geçtin mi geçmedin mi diye sormazlardı. O konuda hep eminlerdi. Benim fakülte tahsili uzun sürdü, okulu dokuz yılda bitirdim. Fakat bu tembellikten kaynaklanmıyordu. Farklı sebepleri vardı, yazı yazıyordum. Bu karar verdiğim bir şey değildi ama neredeyse şuna göre formatlanmıştım; bir sene derslere çalışıyorum, bir senemi de tiyatroya, sinemaya gitmeye, kitap okumaya, yazı yazmaya tahsis ediyorum. Neredeyse senelerim böyle bölünmüş gibiydi. Çalışkan bir öğrenciydim. Bizim okulda notlar orta, iyi, pekiyi olarak derecelendirilirdi, benim bütün notlarım da pekiyi olarak geliyordu. Yine o arada iki yıllık gazetecilik enstitüsünü bitirdim.
Ben de teşekkür ederim. Bu görüşme vesilesiyle okurlarınıza da hayırlı bayramlar dilerim.