İranlı yazar Maryam Madjidi İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali programı kapsamında İstanbul’a geldi. Marx ve Oyuncak Bebek, adlı romanıyla Goncourt ilk roman ödülünü alan genç yazar İran devrimini farklı bir açıdan yorumluyor. Maryam Madjidi, kendi tecrübelerinden haraketle bir yere ait olamamak, yersiz ve yurtsuzluğu dokunaklı bir şekilde anlatıyor. Yazar ile Fransa’daki yabancıların şu anki durumunu, kültürler arasında uzlaşma, dil sorunu aynı zamanda bir kadın ve yazar olarak kimliğini tanımlamanın sancısı üzerine konuştuk. Madjiidi, “Fransa’da büyüyen bir İran sürgünüyüm. İkili kültürle büyüyen bir kişi olarak bu sürgün kimliğimden dolayı, kendimi bir anavatana, bir kültüre ve kimliğe ait hissetmedim.” diyor.
Hayır benim amacım devrimi İranlı kadınların gözünden değil, bir çocuğun gözünden anlatmaktı. Olayları bir çocuğun perpesktifinden görmenin daha doğru olacağanı düşündüm. Bu bebeğin doğumuyla birlikte hem yazar hem okuyucuyu yeniden doğuyor.
Üç ardışık doğum var. 1980’de İran’daki ilk doğum. İkincisi, kimliği yeniden inşa etmesi gereken sürgün yılları. Son dönüşüm, on yedi yıl sonra İran’a dönüş. Bu üç metamorfoz birbiriyle birleşir. Bu farklı süreçlerin ardından, bir hayatın gidişatını göstermek istedim. Aslında görünenlerin bizim inanmamızı istediklerinden çok daha karmaşık olduğunu anlattım.
Tüm karaterleri kendim yarattım. Romandaki Meryem’in annesiyle benim annem hiç birbirine benzemiyor. Annanne karakteri de İran’ın dilini temsil ediyor. Ben bu çocuğu yarattım. Gerçek hayatla ve karakterlerle çok bağlantılı değil. Roman kelimenin tam anlamıyla bir otobiyografi değil. Bunu kurgunun geldiği ve gerçekliği çarptığı yer olarak tanımlayabiliriz. Yazar gördüğü, hissettiği ve yaşadığıyla yeni bir dünya kurar.
Romanda kullandığım kendi anılarım var. Ama çoğunlukla bana anlatılan hikayelerden beslendim. Ailemin, annemin, babamın, anneannemin hatıraları ve daha sonra görebildiğim her şey. Hafızamdaki bilgileri söyletmem gereken bir dizi karakterle yansıttım.
Fransa’da büyüyen bir İran sürgünüyüm. İkili kültürle büyüyen bir kişi olarak, bu sürgün kimliğimden dolayı, kendimi bir anavatana, bir kültüre ve kimliğe “ait” hissetmedim.
En son üç yıl önce gittim. Bir kişi kökenini unuttuğunda, tamamen kendisi olamayacağı ve sonradan iyi olamayacağına inanıyorum. Hayatımın ilk yıllarına denk gelen bu ülkeye bir tarafım hep bağlı kalacak. Ama orada asla yaşayamam. Kişinin yerleşik bir kimliği olduğu fikri var. Ancak sürgün onu bir başkasına dönüştürür. Mülteciler hangi nedenlerle gitmiş olursa olsun. Çoğu, “ kalsaydım hayatım nasıl olurdu?” sorusunu kendine sorar. Ben de hayatımın boyunca bunu kendime soracağım. Aklımın bir köşesinde hep doğduğum ülke olacak.
İran’ın çok köklü bir edebiyatı var. Özellikle şiir kültürü muhteşem. Elbette içimde derinlerdeki otantik kültürüm ve Fransa’ya ait olan yanım arasında edebiyat bir köprü kuruyor. Bu nedenle yalnızca çeviri şiirler değil, orijinal alfabelerle yazılmış şiirlere de yer verdim.
Paris benim evim. Ancak Fransa’da yabancılar çok fazla sevilmiyor. Irkçı söylemler duyabilirsiniz. Ben kendimi daha çok Fransa’ya değil, Fransızça’ya bağlı hissediyorum. Örneğin Pekin’de dört yıl, İstanbul’a iki yıl yaşadım. Her iki ülkede de kendimi yabancı gibi hissetmedim. Ancak dediğim gibi Paris artık benim evim oldu, hep oraya geri dönüyürum.
İstanbul’u koruyucu ve beni içine alan bir anne gibi hissediyorum. Hatta romanımı İstanbul’da tamamladım. Benim için her zaman özel bir kent.
- Mültecilere bakış değişmeli
- Romanız Goncourt Ödülü aldı. Kitabınızın bu başarısını neye bağlıyorsunuz ve yeni çalışmalarınız var mı?
- Bu sürgün hikayesinin insanları etkilemesi benim için önemliydi. Umarım mültecilere bakışın değişmesine katkısı olur. Şimdi üzerinde çalıştığım bir roman var. Henüz şekillenmedi. Bu yüzden bahsetmek için çok erken.