Ömer Yalçınova’yı Yeni Şafak Kitap okurları yaklaşık sekiz yıldır her ay yazdığı kitap yazılarıyla tanıyor. Bu ay ise şiirlerini topladığı Yanına Gittiğimizde adlı ikinci şiir kitabıyla ilgili verdiği röportajdan biraz daha yakından tanıyacağız. Ömer Yalçınova kitabını ve şiirini anlatıyor.
Allah bağışlasın. Kızına selam ederim. Doğru söylemiş. Şair harflerle uğraşır. Kelime onun için harften sonra gelir. Şiir, kelimeden öncedir. Söz ve harften de öncedir. Şair bambaşka bir iklimden sesleniyor çünkü. Hazır kelime ve harfler yoksa elinde, onu da yapar. “Harfleri birbirine bağlar” yani. Kendi şiirime gelince, Ömer’in Çatılan Kaşları ve Yanına Gittiğimizde’yi oluşturan şiirlerin tamamı için, birer savunmadır diyebilirim. Kendini, hayatı, toplumu, aşkı… Aynı şekilde bence şiir karşılık vermektir. Çünkü şair, maruz kalıyor. İnsana maruz kalıyor, aileye, topluma, kendine, zamana, aşka… Dolayısıyla haklı olanı savunmaktır şiir. Haksızsanız, şiir söyleyemezsiniz. Maruz kalmadıysanız, şiirle işiniz olmaz. Şiirin bu şekilde sağlam bir yapısının olduğunu düşünüyorum. Estetik, söyleyiş, kelime kullanımı, anlam, biçim, üslup, pürüzsüzlük, “deruni ahenk” gibi şiir söz konusu olunca akla gelen diğer unsurlar bu çerçevenin içinde kıymetlidir. “Şiir, baston gibidir. Vurmak için değil, dayanıp yürümek için.” diyen de benim. Bastonla vurulur da. Şiirle de vurulur. Fakat şiirin varlık sebebi vurmak değildir. Vurarak kendini savunduğu olur şiirin. Ama vurmak için vurmaz şiir. Yürümek esastır. Yürümekten kastım, şairin hayatta kalması, nefes alıp verebilmesidir. Şiir, hayatidir. Şair yürümek için şiire dayanır. Bazen bastonunu korkutmak için de kullanır. Bastonuyla dans ettiği de olur. Bu, şairin neye, nasıl, ne zaman maruz kaldığı ve nasıl, neden karşılık verdiğiyle ilgilidir.
Kitapların da bir kaderi var. Kitap yayımlama konusunda birçok talihsizlik yaşadığımı söyleyebilirim. Şiirlerimi demlensin diye bekletmedim. Dergide yayımlanan bir şiirimi kitaba alırken, değişiklik yapma gereği de duymadım. Ömer’in Çatılan Kaşları, dosya hazır olduktan dört sene sonra çıktı. Yanına Gittiğimizde ise, odamda üç yıl bekledi. Kırk yaşındayım. Yaşıtlarımın yayımlanmış yedi sekiz şiir kitabı var. Ben de onlardan az yazmış değilim. Dergi sayfalarında kalan, bir araya getirilse, ardı ardına üç kitap çıkaracak kadar şiirim var. O şiirlerin tamamını da kitaplarıma almak isterim. Hiçbirinden utanmıyorum. Hepsinin yanındayım. Çünkü onlar da benim yanımda. Fakat işte “şiir işçiliktir”, “şiir kitabı senfonik esere benzer, bir bütünlük arz etmelidir”, “her şiirin kitapta bir yeri vardır” gibi mükemmeliyetçi fikirlerden zamanında çok etkilendim. Kitap çıkarma konusunda biraz da bu yüzden geç kaldım. 25 yaşına girdiğimde, o güne kadar yayımlanmış şiirlerimi bir araya getirip kitap çıkarsaydım, çok da güzel olurdu. “Daha olgunlaşmalısın, biraz daha beklemelisin, iyi bir eleme yapmalısın…” gibi sözlere fazla kulak astığımı düşünüyorum. İkinci kitap için, beş yıl bence de uzun bir süre. Beş yıl içinde ben üçüncü kitabımı da yazdım. Dördüncüye bile başladım. Ama bunların kitaplaşması bakalım kaç yıl sürecek? Yaptığımız her şey maalesef sadece bizim tasarrufumuzda değil.
Zihnimde anı namına ne varsa hepsi de o anın geçtiği mekânla birlikte var. Zihin haritamızla bugüne kadar hangi mekanların içine girip çıktığımızı gösteren harita arasında fark yoktur. Mekânları biz değil, bizi mekânlar anlamlandırıyor. Bunu fark ettiğimde, hem benim yazdığım hem de yaşıtlarımın yazdığı şiirlerde neden mekân ismi geçmiyor diye merak etmiştim. İstanbul’un bir semti olan Fatih’le, zihnimdeki Fatih ve şiirimdeki Fatih bir aradadır, bir araya gelince anlam kazanır. Maraş, Konya, Ankara için de aynı şey geçerli. Mekân olmayınca an da yani zaman da olmuyor. Zaman olmayınca imge, ses, atmosfer, düşünce de olmuyor. Her şiirin bir mekânı var. Daha doğrusu her şiirin anlam bulduğu bir mekânı var. Şiirin varlık çerçevesini de bu mekân oluşturuyor. Şiir zaman ve mekândan bağımsızdır ya da onları aşar gibi uçuk, soyut fikirlerden çok şükür uzağım. O yüzden şiirlerimde mutlaka bir mekân ismi geçer. Geçmese de geçer.
Sadece görmek değil. Duymak, tatmak da var. Temas da var. Taş Köprü’yü izlerken yağmur yağıyordu, ıslanıyordum. Elimde de sigara vardı. Hepsi bir araya gelip, şiir olarak yer etti içimde. Bilinçli yaptığım bir şey değil bu. Elinde kalem, defter dolaşan bir şair değilim. “Dandy”, “flâneur” veya “snop” olma gibi lükslerim yok. Keşke olsa… Bilinçli gözlem zaten bilimsel araştırmalar için gerekir. Belki romancılar, hikayeciler de yapabilir bunu, bilemiyorum. Şiir için, böyle bir şeye gerek yok bence. Yaşarken, farkında olmadan içinize düşen mekanlar oluyor. Onlar diğer unsurları bir araya getiriyor. Diğer unsurlar da onun varlık sebebidir. Şairin çevresinde gördüğü, duyduğu, tattığı, kaybolduğu, düşündüğü, var olduğu şey, biraz da kendisidir çünkü. Duyduğu sesler, verdiği cevaplar, yaşadığı panikler, aklına takılan sorular da buna dahildir. Yanına Gittiğimizde’de üç Ankara şiiri var. Üçü de bütünüyle içine düştüğüm ve içime düşenlerden oluşuyor. Mekanı ve gözlemlemeyi geniş anlamıyla düşünüyorum. Duyulan sesler de gözleme dahildir. Rüzgar, ağaç, hayta çocuklar, kaygılı kadınlar, tuhaf yüz ifadeleri, motor sesleri, hatta niyetler, ifade edilemeyen duygular… bir mekanı/gözlemi oluşturan unsurlardır. Bu anlamda, evet gözlemci bir şairim.
Şiir ve eleştiri yazıları… Birbirinden çok farklı süreç ve çalışmalar bunlar. Şiir hiçbir zaman düşünsel bir uğraş olmadı benim için. Şiir üzerine düşündüm. Ama yazacağım şiiri düşünmedim. Kitap analizlerini ise düşünerek yapıyorum. Düşünerek şiir yazmıyorum. Öncesinde, sonrasında, yazma esnasında. Şöyle bir şiir yazmak lazım dediğim olmuştur. Bunu konu belirlemek babında söylemişimdir. Birçok şiir kuramını, manifestosunu okudum ve onlar üzerine de düşündüm. Başka şairlerin şiirleriyle ilgili yazarken de tabii ki düşünüyorum. Ama şiir yazmadan önce düşünerek belirlediğim noktalar, söyleyişler, kelimeler, biçimler olmuyor. Yanlış anlaşılmasın bu, bütünüyle ilhamla yazıyorum demek istemiyorum. Boğazıma bir yumru oturduğunda, kalbim bir meseleyle çok fazla meşgul olduğunda, şiirden başka bir şeyle uğraşamıyorum. Bazen bir şey yazmak için masaya oturduğumda, bambaşka bir şey yazmış olarak masadan kalktığım da oluyor.
Dergilerde şiir analizi, eleştirisi az yapılıyor. Bu da günümüz şiirinin nasıl okunduğunu anlamamız noktasında zorluklar yaşamamıza sebep oluyor. Eskiden de şiirin okuyucusu, şairlerdi, şimdilerde de sanırım öyle. Şiir, günümüzde yeni refleksler geliştiriyor. Çünkü şiirin çağa vereceği mutlaka bir karşılığı oluyor. On yıl sonra günümüz şiiri biraz da olsa netlik kazanır. Şimdilik sadece tahmin yürütüyoruz. Benim tahminim, şair kendine geliyor. Günümüz şiiri, kendinin farkında olan bir şiir. Şiir okuyucusu ise, maalesef bu şiirin çok gerisinde kalıyor.