|

“Her şey naylondandı o kadar”

Yaşayanlar ve Diğerleri kitabı Jose Eduardo Agualusa tarafından kaleme alınan ilginç bir roman. Bugünün dünyasını bir adada buluşan yazarların gözünden tartışmaya açan yazar, okuru bulunduğu çağı sorgulamaya davet ediyor.

00:00 - 15/08/2022 Pazartesi
Güncelleme: 22:53 - 14/08/2022 Pazar
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
İSA KARASLAN

“Her şey böyle başladı: Gece, şimşeğin muazzam ışığıyla parçalara ayrıldı ve ada kendini dünyadan kopardı. Bir dönem bitti, diğeri başladı. O anda hiç kimse bunun farkına varmadı.” Yaşayanlar ve Diğerleri romanında, bir grup yazarın Afrika edebiyatını desteklemek için Mozambik Adası’nda gerçekleştirilen bir edebiyat festivaline katılımıyla başlayan tuhaf hikayesi anlatılıyor, kurgu ve gerçekliğin iç içe geçtiği bir büyülü gerçeklik serüveninin içerisine bu sözlerle dahil oluyorum. Zihnimde Turgut Uyar’ın Geyikli Gece isimli şiiri çağrışıyor istemsizce: “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar / Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı / ama geyikli geceyi bulmadan önce / Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk”

İsrail’de patlayan bir nükleer bombanın yol açtığı kaos ve insanlığın deneysel bir yok oluş hikayesi. Telefonların ve internetin çalışmadığı bir adada “diğerlerinden”, dış dünyadan izole bir yaşama -gerçek ve kurgunun birbirine karıştığı kaygan bir zaman formunda- yazarların ve şairlerin muhayyel bakış açılarıyla tanıklık ediyoruz.

TEKNOLOJİYE KARŞI BİR DÜNYA

Yazar, mekânların aslında onları yakından tanımaya başladığımızda bize daha farklı görünebileceklerini ve duyguların gerçek anlamlarını bizi köleleştiren telefon, internet, kapitalizm ürünlerinden ve diğerlerinden uzakta kalarak öğrenebileceğimizi işaret ediyor. Yakınlık cennet, aynı zamanda cehennem olabilir.

Agualusa Tevratî bir dil ile başlıyor kitaba, Tevratî dil ile birlikte yazarın üslubuna hakim olan şiirsel dil bize büyülü gerçekliği kapısını aralıyor. Kitaptaki kahramanların şiirleriyle de bu dil destekleniyor. Ofélia Eastermann uyandığında, kafasında dans etmeye başlayan mısralar, okuru kitabın ve adanın içine çekiyor: “Cuma günleri gece yarısından sonra, / Ofélia gökyüzüne sonsuzluğu işlerdi. / Aynı anda, bir esinti palmiye ağaçlarının arasından geçerdi, / ruhların aktığı bir nehir ve onun gürültüsü.”

Jung’un bireyi bir bütün olarak ele almak için analitik psikolojide kullandığı psişe kavramı insan kişiliğini bilinçli ve bilinçsiz tüm yönleriyle inceliyordu ve Jung psişeyi bir adaya benzetiyordu. Agualusa’nın da ada kavramını bir alegori olarak tercih ettiğini söylemek mümkün. İzolasyonla birlikte duygusal ve fiziksel olarak çözülen insanın kendini yeniden yarattığı bir yeniden doğuş imgesi. Öyle ki bu adada yazarların bilinçaltı da düşsel bir zeminde dile geliyor çoğu zaman. Özellikle pandemi süreci ile birlikte yaşanan kapanmalarda insanların kendilerini diğerlerinden tecrit etmek zorunda kalmasıyla hissettikleri duyguların büyülü bir yansımasını görüyoruz bu romanda da. Bu bakımdan Agualusa’nın büyülü gerçeklikle çağının tanığı olmayı seçtiği söylenebilir.

Kitabın leitmotiflerinden biri de ırkçılığa karşı karakterlerin ifadeleri. Ofelia’ya bir gazeteci tarafından yöneltilen, “Hanımefendi, kendinizi daha çok Angolalı mı, Portekizli mi, yoksa Brezilyalı mı hissediyorsunuz?” şeklindeki sorusuna şairin tepkisi sert olur: “Ben palmiye ağaçlarındanım –seni kahrolasıca! Angolalı da değilim, Brezilyalı da değilim, Portekizli de değilim! Nerede bir palmiye ağacı varsa oradanım! Denizlerden, ormanlardan, çayırlardanım. Henüz var olmamış bir dünyadan geliyorum: Tanrısız, kralsız, sınırları ve orduları olmayan bir yerden.”

BİR MODERNİZM ELEŞTİRİSİ

Yazmak eyleminin doğasına dair sorgulamalar da gerçekleştiriyor kitapta yazar kahramanlar. Ada yolculuğunun onları konfor alanlarından uzaklaştırarak yazmaya iteceğine inanan bir yazar da vardır. “Tam zamanlı olmasaydı, kimse şair olmazdı,” der Luzia sözgelimi, yazmanın ciddiyet gerektiren bir iş olduğuna vurgu yapar. Ofélia’ya göre ise şair olmak, ekstra bir duyu ile doğmak demektir –bir hayret duyusu ile. Ne için yazıyoruz? Ya da şairler ne için yazar? Sorularına cevaplar arar kahramanlarımız. “Ben acıyı yatıştırmak için yazıyorum,” der Ofelia. Daniel’e göre ise “Portekizliler acı çektikleri için yazarlar ve yazarken de acı çekerler. Acı verici bir döngü.” Tanpınar’ın yazarken hep aynı duygu tonunu yakalamayı beklemesi geliyor aklıma burada. Adadaki kahramanlar da zaman kavramının içine hapsolmuşlardır adeta, ne içindedirler zamanın ne büsbütün dışında… Ne içindedirler gerçeğin ne büsbütün dışında, kurguyla gerçek arasındaki arafta bocalamaktadırlar. Romanlardaki karakterler de gerçekliğe dahil oldukça, yazarların kendilerini içinde hissettikleri araf durumu belirginleşiyor.

Sorgulamalar devam etmektedir. Gerçekten izole mi oldular? Buna inanmak güçtür. Telefon ve internet çalışmamaktadır ve her şey birdenbire olmuştur. Orhan Veli’nin şiirinde geçtiği gibi: “Her şey birdenbire oldu. / Birdenbire vurdu gün ışığı yere; / Gökyüzü birdenbire oldu; / Mavi birdenbire.” Adeta dünyada tek başlarına kalmışlardır.

Yazarların kitaplarla olan ilişkileri ve kitaplarla kurdukları bağ da ilgi çekici: “Muhteşem bir teras!” der Uli şaşkınlıkla, bunca merdivenden sonra nefesini toplamaya çalışırken. “Bana Marakeş’i hatırlattı.” “Sen Marakeş’e gitmiş miydin?” “Hayır. Romanlardan biliyorum. Kitaplar beni bir sürü yere götürdü.” Çünkü edebiyatla sihir arasında bir bağ olduğuna da inanır Uli. Bazı cümlelerin nereden geldiğini bilmediğimiz zamanlar da olur çünkü. Valery her ne kadar “İlk dize Tanrıdandır” dese de…

Kitapta, küçük evlere ya da apartmanlara hapsedilen, televizyonda aptal şeyler izleyen, sosyal medyada gereksiz şeyler paylaşan ya da PlayStation oynayan çocukların elde etmesinin mümkün olmadığı kazanımları gözler önüne seren bir modernizm eleştirisi de okumak mümkün.

Son söz olarak bu kitap, tek başına Avrupalı eleştirmenlerin Afrikalı yazarlara olan ön yargılarını ve bakış açılarını değiştirmek için oldukça etkileyici, yaratıcı bir zihnin ürünü.

#Jose Eduardo Agualusa
2 yıl önce