|

İbn Arabi''yi İmam Gazali''yle eleştirmek doğru değil

İbn Arabi''nin çok sayıda tartışmaya yol açan Fütuhat-ı Mekkiye''sini 800 yıllık tarihi boyunca ilk kez Türkçe''ye şerhiyle birlikte aktaran Doç. Dr. Ekrem Demirli, İbn Arabi''nin anlaşılmasının İslam düşüncesinin imkânlarını genişleteceğini söylüyor. Demirli''ye göre, İbn Arabi''yi doğru eleştirilerin karşısına oturtmak gerekiyor.

Yusuf Genç
00:00 - 3/08/2014 Sunday
Güncelleme: 17:10 - 2/08/2014 Saturday
Yeni Şafak
İbn Arabi''yi İmam Gazali''yle eleştirmek doğru de
İbn Arabi''yi İmam Gazali''yle eleştirmek doğru de

Doç. Dr. Ekrem Demirli, ülkemizin tasavvuf araştırmaları sahasındaki en yetkin isimlerinden biri olarak uzun yıllardır Sadrettin Konevi ve İbn Arabi üzerine çeviri ve şerhler yayınlıyor. Demirli''yle Türkçe''ye ilk kez kendisinin tam metin çevirisini yaptığı Fütuhat-ı Mekkiye''den hareketle tasavvufu ve İbn Arabi tartışmalarını konuştuk.

Uçsuz bucaksız bir sahanın kenarında olduğumuz ve mahsus kavramlar terminolojisi veremeyeceğimiz için bir yöntem belirleyelim isterseniz. Önce Tasavvufun çabasını ifade edelim.

Tasavvuf İslam''ın ahlak veçhesidir. Dini iman, amel ve ahlak meselesi şeklinde tasnif edersek, üçüncü kısım tasavvufun alanını oluşturur. İslam''da ahlakın maksadı her işi Allah''ı görür gibi yapmak diye çizilmiştir. Ahlakı iki açıdan ele almak lazım: Birincisi ahlakın konularının tespit ve talimi (nazarî), ikincisi insanın terbiyesi (uygulama).

Terbiye burada merkez tabi…

Tasavvuf ''terbiye'' vasfıyla öteki dini ilimlerden ayrışır. Bu nedenle normatif karakterli öteki ilimlere göre bireysel farklılıkları, eğilimleri, kısaca insanın karmaşık ve çetrefilli iç dünyasında olanı biteni hesaba katarak din ile insan arasındaki irtibatı tesis eder tasavvuf. Ahlak meselesi bir insanın ahlakı meselesi demek değildir sadece. Ahlak insanın bilgi ve eylemce yetkinleşerek/özgürleşerek tabiatı ve Allah''ı tanımasını mümkün kılan bir sürecin adıdır. Bu nedenle tasavvuf insanı tanımak kadar Allah''ı bilme ilmi veya âlemi tanıma ilmine dönüşür. Özellikle İbnü''l-Arabi ve Konevi''yle artık tam anlamıyla bir dini metafizikten söz eder hale geliyoruz. Tasavvufun bütün bu süreçteki hedefi, kâmil ve tam bir insan olmayı sağlayacak bilgi, terbiye yöntemi ve evrensel bir nazariyeyi ortaya koymaktı.

Hangisi daha doğru? Tasavvufun ne''liğini anlayarak İbn Arabi''ye yaklaşmak mı yoksa tam tersi mi? Ya da böyle bir şey söylenebilir mi?

İbnü''l-Arabi''yi öğrenmeden tasavvufu öğrenmenin mümkün olmadığını zannediyorum. İbnü''l-Arabi bize tasavvufu bütün boyutlarıyla öğreten bir düşünürdür. Ama ne tasavvuf ne İbnü''l-Arabi haritayı tam olarak verebilir. Haritanın bütünü İslam hakkındaki tasavvurumuzla yakından irtibatlıdır. İslam ve din ilimleri hakkında doğru bir tasavvurumuz yoksa ne İbnü''l-Arabi''yi ne tasavvufu bir yere yerleştirebiliriz.

Son yıllarda hep birlikte şahitlik ettiğimiz bir gerçeklik bu. Mevlana giderek bir ''star'' haline geldi. Mevlana ve benzeri isimler İslam''la irtibat kurmayan bir kitlenin İslam''la irtibat kurabilmeleri için mistik ve efsunlu bir kapı olarak algılanmalarını doğurdu. Uygun başlıklar çıkarılabiliyor. İslam-insan ilişkisinin daha ilk temel meseleleri açıklığa kavuşturulmadan tanrıyla aşkın bir kalp birlikteliğinden falan söz edilebiliyor. Sahiciliğini nasıl anlamak gerekir?

''Star'' tabiri uygun ve doğru bir tabir değil kanaatimce. Bence Mevlana''nın çok tanındığı tam bir efsane! Mevlana''dan daha çok Mevlevilik ve onun bazı uygulamaları popüler oldu. Ona bağlı olarak Mevlana''nın bazı cümleleri ve adı yaygınlaştı. Ama dünyadaki benzerleriyle kıyas edildiğinde oldukça sınırlı bir ilgiden söz ediyoruz. Bunun neden abartıldığını hiç anlamıyorum. Bence bizim Mevlana hakkında daha büyük etkileri bekliyor olmamız gerekirdi. Bir düşünce bazen kendisine dönüştürerek bazen kendisine katmaksızın uzaktan tesirini icra eder. İslam''ın günümüzde ''uzaktan'' etkisinden söz edebileceğimiz örnekler yok. Bu büyük bir sorundur: İslam ve İslam''ın yetiştirdiği düşünürler öteki kültürlerde bariz bir takipçi sınıfına sahip değil! Mesela çağdaş bir teorisyen veya ortaçağlardan biri başka bir kültür ve dinde takipçiler bulabiliyor, o kültürleri uzaktan etkileyebiliyor. Dünyanın herhangi bir yerinde Müslüman olmayan fakat Müslüman düşünürlerin adını vererek takip eden ekollerden, akımlardan söz edebilmemiz gerekirdi. Bence bu normal bir durum değil. Böyle olmayınca bütün düşünürler, ne kadar büyük olursa olsun, ''yerel düşünür'' olarak kalıyor.

İBN ARABİ''NİN FELSEFİ REFERANSLARI YÜZEYSELDİR
''Klişeler olmasaydı konuya dönemezdik'' denilir. Vahdet-i Vücut için çok ifade edilen klişe eleştiriyi dile getireyim. Yunan ve Hindu felsefe geleneğiyle temastan sonra dâhil edilmiş bir başlık olarak değerlendiriliyor.

İslam''ın pek çok meselesi yabancı kültürlerle ''temas'' neticesinde ortaya çıktı. Bunu fıkıh için, Kelam için veya başka konular için de söyleyebiliriz. Tasavvuf için de bu durum geçerlidir. Yeni kültürler, yeni insanlar meselelerin daha ayrıntılı hale gelmesini sağlıyor, yeni tartışmalar ortaya çıkıyor. Bundan daha tabii bir şey de olamaz. İslam evrensel bir dindir. Evrensel bir dinin başka kültürleri hiç tanımamış olması veya onları bütünüyle yanlış sayması makul bir şey değildir. Ancak vahdet-i vücud meselesi üzerinden bu sorunu konuşmak çok yanlış. Çünkü yabancı kültürlerle ilgili mesele ilk iki asırdan beşinci asra kadar belli bir düzeye ulaşmıştı. Burada tartışmalar yaşanmış, yeni kavramlar ortaya çıkmış, yeni bir düşünce inşa edilmek istenmişti. İbnü''l-Arabi beş asırda içselleştirilmiş düşünceleri dâhili kaynaklardan tanıdı. Bu nedenle İbnü''l Arabi''nin felsefi referansları çok yüzeyseldir, hatta yanlışlıklar içerir. Hindu felsefesinin etkisi meselesi ise bence tam bir fantezi! Hint dünyası ile İslam düşüncesinin daha özel olarak İbn Arabi geleneğinin irtibatı hakkında bilimsel hiçbir temel yok.

Vahdet-i Vücud, Kuran''ın tevilsiz yorumudur
En bilinen çerçevesinin İbn Arabi diliyle ifade edildiği ''vahdet-i vücut'' düşüncesi, tarih boyunca da epey tartışılmış. Yine en meşhur itiraz olan İmam-ı Rabbani''nin ''yanılsama'' teorisini de beraber düşündüğümüzde red ile kabul arasında tehlikeleri ve zenginlikleri nasıl anlamak gerekiyor?

''Yanılsama'' derken neyi kast ettiğinizi anlamadım. İmam Rabbani''nin kullandığı kavram vahdet-i şuhut diye bilinir. Bu eleştiri meşhur olmuştur, çünkü İmam Rabbani kişisel hayat öyküsüyle etkili bir isimdi. Nakşibendiliği yeniden inşa etmişti. İmam Rabbani şeriat-tarikat ilişkileri hakkındaki kanaatiyle tasavvufu fıkıh ve kelamın içine dercetmiştir. Bütün bunlara verdiği siyasal-sosyal mücadeleyi katınca İmam Rabbani''nin etkisi daha artmıştır.

Etkili ama?

Etkili ama bütün bunlar İmam Rabbani''yi bir nazariyatçı yapmaz. Günümüzde İmam Rabbani üzerinden bir İbn Arabi eleştirisi ayakta tutulmaya çalışılıyor ki, tamamen boş bir uğraştır bu. İmam Rabbani''yi bir ''uygulamacı'' olarak kabul edebiliriz. Vahdet-i şuhud herhangi bir şekilde vahdet-i vücud ile karşılaştırılabilecek bir nazariye değildir ve kelamdan kaynaklanan çok ciddi çelişkileri barındırır. Mesela vahdet-i şuhudu eleştirsek, vahdet-i vücuddan çok daha makul gerekçeler bulabiliriz. Zaten vahdet-i şuhud bir teori de değildir. Bir teorinin bozulması ve anlamsızlaştırılmasıdır. İmam Rabbani''nin eleştirilerinin sahibi kendisi değildir, kelamcıların eleştirisinin tasavvuf içinde savunulmasıdır.

Esas teorik eleştiri Taftazani''den geliyor zaten…

Onun eleştirileri de daha sonra başka kanallarla devam etmiştir. Ancak bir noktayı ayırt etmek lazım: İbnü''l-Arabi''ye yönelik eleştirilerin hepsini vahdet-i vücuda yönelik düşünmemek gerekir. Bence İslam düşüncesi içinde eleştirileri tabii karşılamak gerekir. Neticede vahdeti vücud bir varlık yorumudur, herkesin aynı yorumu kabul etmesi gerekmez. İbnü''l-Arabi''nin de böyle bir beklentisi yoktu.

Yani varlığın bütün olarak ve genel çerçevesiyle ''tanrı'' olduğu bilgisi yahut varlığın, tanrı tarafından tanrının varlığından ayrı bir şey olduğu kabulü bizi nerede konumlandırır? Bu tanrı tasavvurumuzu da insan tasavvurumuzu da değiştiriyor.

Vahdet-i vücud esas itibarıyla bir tevhit yorumudur. Bir yanı metafizikçi düşünürlerin kanaatlerini hesaba katar, bir yandan kelamcıların teorilerini hesaba katar. Fakat neticede daha dinamik ve güçlü bir yorum ortaya çıkartır. Vahdet-i vücud ayet ve hadislerin olabildiğince ''tevilsiz'' okunmasıyla varılan bir tefsirdir. Bunun teknik sorunları üzerinde belki duramam, lakin vahdet-i vücudu ''varlıkta esas özne Tanrı''dır'' diye ele alabiliriz. Bu durumda insan ve âlem ikincilleşerek dikkatimiz Tanrı''da ve O''nun eyleminde toplanır. Vahdet-i vücudu ayrı kılan en önemli cümlelerden birisi de insanın ezeli bir mahiyetinin olmasıdır. Bu da günümüzde çok önemle üzerinde durmamız gereken bir konudur.

Bütün Batı felsefesinin Platon''a düşülmüş notlardan ibaret olduğundan bahisle, bütün tasavvuf düşüncemizin İbn Arabi''ye düşülmüş notlar olduğunu söylüyorsunuz. Ama biz şunu da biliyoruz, Platon''un bütün söyledikleri Homeros''a düşülmüş notlardan ibaret. Bunu devam ettirelim, İbn Arabi kime/neye düşülmüş dipnot?

Platon''un söylediklerinin Homeros''a düşülmüş dipnotlar olduğu iddiası belki edebiyatçıların temennisi olabilir. Ama yanlış! Platon-Sokrates ve ardından gelen Aristoteles Metafizik''i mitoloji ve edebiyattan ayrıştırdılar ve düşünce yeni bir evreye ulaştı. Bir düşüncenin başka bir düşünceyi ''malzeme'' olarak kullanmasında beis yok. Bu bakımdan Platon kendisinden önceki mirası bir malzeme olarak kullanmıştır. Aynı şeyi başka düşünürler için de söyleyebiliriz. İbnü''l-Arabi için mesele biraz daha farklı. İbnü''l-Arabi''nin ve bütün öteki düşünürlerimizin ''dipnotu'' oldukları ana kaynak Hz. Peygamber''dir. Hz. Peygamber''e sufiler burhanü''l-muhakkikin derler. Delilimiz ve dayanağımız Peygamberdir demektir. Düşünce tarihinden meseleye baktığımızda İbnü''l Arabi''yi en çok etkilemiş kişinin Bayezid-i Bestami olduğunu zannediyorum. Bence tasavvuf tarihinde ondan daha etkili birisi gelmedi.

Fütuhat''ın Türkiye''de okunmaması tasavvufun yüzeyselliğini açıklıyor
Doğrudan ilgili mi bilmiyorum ama Türkiye''de tasavvuf düşüncesinin niteliği ile ilgili bir başlık açmalıyız sanırım. En önemli sima İbn Arabi ama Fütühat''ının tam ve eksiksiz çevirisi için sizin gelmeniz beklendi.

Fütuhat''ın tercümesinin bu kadar gecikmiş olmasına Türkiye adına üzgünüm. Büyük talihsizlik! Fakat bunun bir ihmal olduğunu zannetmiyorum! Sebepleri hakkında konuşmam uygun olmaz ama ilahiyat ilminin Türkiye''deki seviyesiyle ilgili bir durum demekle yetineyim. Lakin kendi adıma mutluyum, daha çok da Allah''a şükretme makamındayım. Fütühat''ın okunmamış olmasının yol açtığı boşluğu tasavvuf üzerindeki yüzeysellikte gözlemlemek mümkün.

Tasavvuf İslam ahlakıdır diyoruz. Güzel. Fakat tanrının varlığının tecellileri yahut sünnetullahını anlamamız ahlak ilminin sınırlarının dışında mı? Bütün bunları konuştuktan sonra Hallac-ı Mansur''a değinmemek olmaz. ''Ben Hak''kım'' cümlesi ahlak ilminin içerisinde de açıklanmalı değil mi?

Hallac''ın cümlesi ''Ben Hakkım'' diye çevrilemez. Böyle bir tercüme şatahat sınırlarını aşar ve doğrudan inançsızlığa varır. Bu cümle paradoksal bir cümledir ve en azından bir önerme kipinde olmadığını söylemeliyim: Yani ''Ben diye işaret ettiğim Hallac Haktır'' dememiştir Hallac. Böyle bir durumda sen, ben, o: herkes Hak olurdu ve bu cümlenin bir anlamı kalmazdı. Hallac''ın kast ettiği bu değildi. Halac''ın cümlesini şöyle anlamak mümkündür: Ayet-i kerimede ''İnni enellah'' (Ben Allah olanım) denilir. Hz. Musa bu ayeti bir cihetten duymuştu (bir ağaç veya çalı). Ağaç burada tam fena halini simgeler. Soru şudur: Acaba insanın Hakk''a süluku nerede biter? İnsan böyle bir sözün kendisinden çıktığı ''mutlak bir pasiflik'' derecesine ulaşabilir mi? Sufilerin büyük kısmının bu soruya cevabı olumludur, yani ulaşabilirdir. Bayezid''in şatahatını da böyle anlamak gerekir. Subhani ''ben kendimi tenzih ederim'' diye anlaşılamaz. Her iki sözün öznesi de Allah olmalıdır. Başka türlüsü mümkün değildir. Yani ''Ene''l-Hak'' bir önerme değil, belki bir kavram olabilir.

''İslam''ın en büyük düşünürü payesi'' olmaz
Çeyrek asırdır İbn Arabi üzerine çalışıyorsunuz. Yaşayan en yetkin isim olarak siz bize söyleyin, hem Şeyh''ül Ekber hem Şeyh''ül Ekfer olarak tanımlanmayı, isminin etrafında bu kadar tartışma yapılmasını nasıl anlamalıyız? Ve katılır mısınız bilmiyorum ancak şerh edenler nezdinde bir tane İbn Arabi yok, İbn Arabi''ler var.

Bunu tabii karşılamak lazım… Çünkü Allah hiçbir insana herkes tarafından kabul edilmeyi nasip etmedi. Bir insanı sevenler kadar sevmeyenler de olacaktır. Ancak ben şahsen şeyh-i ekber tabirinin yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Şeyh-i ekber imam-ı azam gibi başka bir imama veya kurucu düşünüre kıyasla verilmiş bir lakaptır. Kast edilen de Konevi''dir. Konevi''nin lakabı şeyh-i kebirdir. Buradan çok büyük veya en büyük şeklinde bir mana çıkartmamak lazım… İki kurucu düşünür var tasavvufun metafizik evresinin; birincisi ve asıl olanı İbnü''l-Arabi, öteki ise Konevi''dir. Bu ilişki için kullanılmış bir tabir şeklinde anlamak gerekir. Yoksa hiçbir düşünür İslam''ın en büyük düşünürü payesini elde edemez.

10 years ago