Yazma süreci insanı öyle veya böyle kırıyor. İçinizde bir şeyleri hızlıca yıkmaya ve moloz yığınlarından yeni bir ev inşa etmeye benziyor. Sonunda o evin karşısına geçip onu seyreden, belki odalarını gezip duvarlarına dokunan ve size dönüp “güzel olmuş” diyen birileri çıkıyor ortaya. Siz de, her şeye değmiş demek ki, diyorsunuz. Kırılan her taşın bir yeri varmış. İlk eserim yayımlandığında, tabii çok mutlu olmuştum. Ama bu mutluluğu daha çok güven duygusuna yasladığımı hatırlıyorum. Her zaman bir şeyler karalıyordum ama ismimi ilk kez bir dergide gördüğümde artık yazma eylemini dağınıklıktan kurtarma, kararlı ve disiplinli ilerleme vakti gelmişti benim için.
Sayfa düzenine baktım. Eklemeyi unuttuğum bir yer var mı diye kontrol ettim. Biraz detaycı biriyim.
Anneme ve babama.
Öyküler kitaptaki düzene göre okunmalı. O sıralamanın bir nedeni var.
Gündüz yazarım. Genellikle gözlem yapabildiğim bir alanda, kalabalıkta. Bazen de evde, sessizce. Geceleri okurum.
Bilgisayar. Kalem kullanmak çocukluğumdan beri bana zahmetli ve lüzumsuz gelmiştir. Okuyarak öğrenen biri olduğum için düzenli notlar da tutmadım hiçbir zaman. El yazım, bu yüzden, oldukça kötü. Kalem tutma konusunda hantal olduğum için düşüncelerimi yavaşlattığını düşünüyorum deftere yazmanın. Aslında çantamda mutlaka bir not defteri taşır, aklıma gelenleri ona karalarım ama bunu da severek değil, görev bilinciyle yapıyorum. Son zamanlarda kaleme alışmak için mücadele ettiğimi söyleyebilirim ama. Kendimi iyiden iyiye defter fikrine yakınlaştırmaya çalışıyorum. Bilgisayar ekranı gözlerinize epey zarar veriyor çünkü.