|

Korona günlerinde edebiyat

“Korona salgınını çağrıştıran iki roman geliyor insanın hatırına: Thomas Mann’ın Venedik’te Ölümü ile Albert Camus’un Veba’sı (1947). O romanlardan ilki Birinci Dünya Savaşından, diğeri de İkinci Dünya Savaşından önce vuku bulan iki ayrı veba salgınını anlatır.”

04:00 - 15/04/2020 Çarşamba
Güncelleme: 01:18 - 15/04/2020 Çarşamba
Yeni Şafak
Her aile yapayalnız kalmış ve acısını paylaşan yok.
Her aile yapayalnız kalmış ve acısını paylaşan yok.
NECMETTİN TURİNAY

Toplumsal hayatı altüst eden virüs salgını daha ne kadar devam edecek belli değil. Bütün ülke ve insanlık evlerine kapanmış durumda. Hayatın normal akışı durmuş, baraj kapaklarının arkasına toplanmış su kütleleri gibi akacak, boşanacak kanallar arıyor kendine.

Evet, insanların çoğu evinde, akşam-sabah evlerinde! Gündelik zamanın çoğunu dışarıda geçirmeye alışmış, evi neredeyse geçici bir konaklama merkezine dönüştürmüş olanlar şimdi ne ile meşguldür? Ne düşünür, neyi hayal ederler? Doğrusu bunu bilmiyoruz. Buradan doğan bir can sıkıntısı mıdır? Yoksa uzun zamandır evinden ayrı kalmanın verdiği bir iç huzuru mu? Onu da bilemiyoruz. İşte bu bilinmezi şimdiden düşünmeye, kavramaya başladı sanatçılarımız. Ev üzerine, aile üzerine, ölüm üzerine yazılar biri birini kovalıyor.

SALGIN ÜZERİNE DÜŞÜNMEK

Burada sosyal veya siyasi facia tasvirlerinden, bilançolarından söz etmiyorum. Korona salgınının iç yaşamımıza akseden tarafı üzerine düşünen, onu yüksek bir sanatkâr duyuşu ile kavramaya çalışan metinleri kastediyorum. Hadiseye bu açıdan bakınca, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ile Gökhan Özcan’ın bilhassa dikkati çektiğini söylemek isterim. Barbarosoğlu’nun “Evlerdeyiz Evlerden Uzak/ Evdeyiz Ellerden Uzak” (20 Mart 2020) ve “Ölürayak Kuaför Randevusu/ 400 Yaşımıza Kadar Yaşayacaktık Hani! (27 Mart 2020) başlıklı metinlerinin doğrusu okunmasını isterdim. Aynı şekilde yazış ve düşünüş tarzını bildiğimiz, soyutlama gücüne de yakından şahit olduğumuz Gökhan Özcan’ın iki yazısını da burada almadan yapamayacağım. Çağdaş insanın, yani hepimizin farkına vardığımız veya varamadığımız bir korkudan, yalnızlık korkusundan söz ediyor Gökhan Özcan: “Kendisiyle Kalmak Korkusu” (23 Mart 2020). Sonra aynı doğrultuda bir başka yazısı daha: “Parçalanmış Aynalar” (30 Mart 2020). Bunlara ilâve edilebilecek diğer bazı yazılar da var! Ömer Lekesiz’in “Dedeliğe Övgü” (27 Mart 2020), Ayşe Böhürler’in “Evde Kalalım da Nerede Kalalım” (28 Mart 2020), ya da şair Ömer Erdem’in yazdığı “Evde Evi Düşünmek” (Karar, 31 Mart 2020) metinleri gibi.

Bu metinlerin ortak yanı, sosyal ve siyasal olanın çok ötesinde birer mahiyet arz etmeleri. İnsan adına, insanlık adına ruhta çöreklenmiş örtük bir acıyı harekete geçirmeleri. Gündelik mantığı aşan, üzerini örttüğümüz veya farkına varmadığımız inşirah hisleri ile dopdolu olmaları. İnşallah bu günlerin üzerimizden sıyrılıp geçeceği, ya da geçmeyip devam edeceği ileri zamanlarda, bu tür metinlerin büyük bir önem arz edeceğini şimdiden söylemek isterim. Keşke birisi onları şimdiden toplasa, bir kitaba dönüştürse derim. Siyasi ve sosyal tarih metinlerinin tamamen dışında, iç hayatımızın günübirlik dökümleri mesabesinde bu yazılar.


CROCE’DEN VENEDİK’TE ÖLÜME VE VEBAYA

Nitekim büyük İtalyan tarihçisi ve felsefecisi Benedetto Croce, bu tür şiir ve metinleri esas alarak farklı bir tarih yazmayı düşünmüştü. İtalyan halkının ortak duyuş tarzının teşekkülü, kademe kademe bunun nasıl oluştuğunun uzun bir tür tarihi ve analizi gibi bir çalışma!

Kaldı ki biz de bugün Yunus Emre’yi, Süleyman Çelebi’yi, Fuzuli’yi, Mehmet Akif’i anıp durmuyor muyuz? Neden iki de bir onların adı dolaşıyor dillerimizde? Neden her vesile ile mısralarını anmadan yapamıyoruz? Dahası Batı’da Genç Wertherin Acıları, Doğulu milletler arasında Leyla ile Mecnun ve Yusuf ile Züleyha mesnevileri aynı rolü oynamamış mıdır?

Bugünkü edebiyatımızın en noksan yanı, işte burada hissettiriyor kendini. Büyük fikirlere ve derin duymalara olan hasret!.. Bazıları sanıyor ki bunlar birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Tam tersine büyük bildiğimiz sanatçıların nazarında, öyle bir ayırım asla söz konusu değildir. Onların yazmalarında neresi duygudur, neresi düşüncedir bunu ayırt edemezsiniz. Derin duyma ile derin düşünceyi iç içe geçirmeyi ya da birbirine dönüştürmeyi beceremeyenlere sanatçı demek layık mıdır zaten?

Böyle düşünce de ister istemez Korona salgınını çağrıştıran iki roman geliyor insanın hatırına. Bunlar da Thomas Mann’ın Venedik’te Ölümü ile Albert Camus’un Veba’sı (1947). O romanlardan ilki Birinci Dünya Savaşından, diğeri de İkinci Dünya Savaşından önce vuku bulan iki ayrı veba salgınını anlatır. Hastalık söz konusu olmasa bile, Kırımlı romancı Cengiz Dağcı’nın Ölüm ve Korku Yılları’nı da burada anmak isterim. İşte o romanlarda sanatçılar, tarihi salgınların korku ve ürpertilerini anlatırken, buna bir de düşünce boyutu eklemekten geri durmazlar. Birinci Dünya Savaşının hemen arefesinde, Avrupa’nın ufkunu karartan tarihî veba açmazını öne çıkaran Venedik’te Ölüm bir yanda! Veba salgınından çıkış arayışı ile nazizm ve faşizm gibi baskıcı rejimlerden Avrupa’nın kurtuluşunu yan yana düşüren Albert Camus’un Veba’sı da öbür yanda! Dolayısıyla bizim de içinden geçmekte olduğumuz salgının yazılacak roman ve hikâyelere konu teşkil etmesi kadar normal bir şey olamaz.

POSTMODERNİZMİN SONU GELDİ

Bu ifadelerden sanatçıların illâ da bu felâketli zamanları yazmaları, anlatmaları gerekirmiş gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Kaldı ki mevcut edebiyatımız “sanatçı ben” in fantezilerine o kadar dalmış, roman ve hikâye de insan ve toplumun problemlerinden o kadar uzaklaşmış durumdadır ki tahmin edemezsiniz. İki de bir başvurulan zekâ oyunlarından, yazıcıların sayfa aralarından yaptığı işgüzar naniklerden geçilmez durumda. Sanki bu bir marifetmiş gibi!... Postmodernizme mahsus anlatma ve yazma tekniklerinin enflasyonu söz konusu piyasada.

Dolayısıyla soğuk kaçmaya başlamış, daha doğrusu da artık bayatladığı çoktan belli zekâ ve ironi gösterileri ile insanı çarçur eden bir yazma tarzının son hadiseler karşısında zorlanacağını tahmin zor olmamalıdır. Ya da ciddi bir düşünce altyapısı zaten mevcut olmadığı için, kendi dar bireyselliğimizin üstüne çıkamayan aşırı duygu ifrazatları!.. Dolayısıyla küresel kapitalizmin içine düştüğü tarihi açmaz bugün neyi ifade ediyorsa; onun edebiyat ve sanat alanındaki türevi olan postmodern tutumların da aynı derecede zorlanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu bakımdan Korona salgınının, yakın zamanda veya ileride, edebiyatımıza nasıl yansıyacağını merak etmemiz yersiz sayılmamalıdır. Fakat burada ilk söyleyeceğim, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Orhan Veli ve neslinin içine düştüğü bir açmaza dikkati çekmektir. Ondan kuşkusuz ucu açık, hamaset şiirleri beklenemezdi. Fakat insanlığın maruz kaldığı evrensel bir trajedi karşısında, “Rakı şişesinde balık olsam” gibi mısralar da olmamalıydı her hâlde!... İşte ülkemizin ve insanlığın aciz düştüğü, bütün dünyanın evlerine çekildiği, daha ötede kütlevi oranlarla ifade edilen ölüm raporlarından başka bir şey duymadığımız zamanlardan geçiyoruz. Hastane odalarında yaşanan telaş nedir, ölülerimiz nereye giderler bilmiyoruz. Her aile yapayalnız kalmış ve acısını paylaşan yok. Düşünebiliyor musunuz bu durumu?

#Gökhan Özcan
#Fatma Barbarosoğlu
#Thomas Mann
4 yıl önce