|

Ramazan edebiyatımız

Ramazan hayatın hemen her alanına olduğu gibi sanat ve edebiyat üzerinde de bir etki bırakıyor. Bu anlamda önemli kaynaklara ulaşmak için biraz araştırma yapmak gerek. Konuyu farklı açılardan görebilmek için, Ramazan edebiyatını Necmettin Turinay, Beşir Ayvazoğlu, Abdullah Uçman ve Âlim Kahraman’a sorduk. Onlar anlattı, biz dinledik.

Yeni Şafak ve
12:22 - 9/05/2018 Çarşamba
Güncelleme: 12:27 - 9/05/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Türk edebiyatında Ramazan'ın önemli bir yeri var.
Türk edebiyatında Ramazan'ın önemli bir yeri var.

Türk edebiyatının Ramazan’la ilgili geniş bir birikimi var. Bu birikimin izlerini çok eski tarihlerde görmek bile mümkün. Osmanlı’nın son dönemlerinde yazılmış hatıratlar, gazete yazıları, değerli kalemlerin hazırladığı eserler bize bu anlamda önemli bilgiler veriyor. Tabi konuyu araştırırken elimizdeki tek malzeme bu kitaplar değil. Örneğin divan şiirinde bile etkilerini görmek mümkün. Sabit, Şeyh Galip, Koca Ragıp Paşa, Zâti, Nedim, Enderunlu Vasıf, Enderunlu Fazıl’ın kaleme aldıkları Ramazaniyelerde Ramazan, Kadir Gecesi ve bayramların nasıl geçtiğine dair sayısız ayrıntı bulmak mümkün.

Pusulaya bakıp yön değiştirdiğimizde yerli kalemlerin dışında yabancı yazarların bu konuda bir hayli çalışması olduğunu görüyoruz. Kitaplarında Ramazan ve Ramazan adetlerinden söz edenler arasında Miss Julia Pardoe, Edmondo de Amicis, Charles White, Robert Mantran, Russell Aleksandre, Erwin Rüsehkamp, Gérard de Nerval gibi isimler var. Ramazan edebiyatını tam anlamıyla araştırmak bir hayli zor. Çünkü konu çok geniş, kaynaklar çeşitli. Necmettin Turinay, Beşir Ayvazoğlu, Abdullah Uçman ve Âlim Kahraman ise bizim Ramazan’ın edebiyatını anlatmaları için başvurduğumuz isimler oldu. Her biri, on bir ayın sultanı olarak bilinen bu özel ayın edebiyat üzerindeki etkilerine dair önemli yazılar kaleme aldı.

Beşir Ayvazoğlu:
Ahmet Rasim ve eski Ramazanlar

Modern edebiyatımız maalesef Ramazan fukarasıdır. Ancak bu konuda kesin bir hüküm verebilmek için ciddi bir tarama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Benim aklıma ilk gelen şiir, Yahya Kemal’in herkes iftar sofralarına koşup aynı zevki ve duyguyu paylaşırken tenha bir sokakta “oruçsuz ve neş’esiz” kalışının acısını, daha doğrusu “yaralı bilinç”ini anlattığı “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiri gelir. Sezai Karakoç’un Ramazan ve oruçla ilgili düşüncelerini anlattığı yazılarından oluşan Samanyolunda Ziyafet isimli kitabını da çok önemli bulurum. Şair ve yazarlarımızın Ramazanla ilgili duygu ve düşüncelerini şiir, hikaye ve romandan ziyade hatırat kitaplarında aramak gerekir. Mesela Halit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları isimli kitabında aslında kendi çocukluğunun Ramazanlarını anlatır. Samiha Ayverdi’nin İbrahim Efendi Konağı isimli eserine de dikkatinizi çekmek isterim. Ve tabii Ahmet Rasim...

Ahmet Rasim, Tanzimat sonrası edebiyatımızın en dikkate değer simalarından biridir. Falaka’da uzun uzun anlattığı haylazlıklarla dolu hoş bir çocukluk döneminden sonra Darüşşafaka’ya girer ve bu köklü lisede edebiyatla yakından ilgilenmeye başlar. Darüşşafaka’dan 1883’te mezun olan Ahmet Rasim kısa bir memurluk denemesinden sonra basın hayatına girmiş, 1927-1932 yılları arasındaki milletvekilliği sayılmazsa, geçimini ömrünün sonuna kadar kalemiyle sağlamıştır.

Ahmet Rasim birkaç roman da yazmış olmakla beraber, asıl başarısını fıkra türünde gösterecek, İstanbul hayatını, hem edebiyatçı, hem gazeteci, hem de sıradan bir insan gözüyle görüp günlük izlenimler halinde anlatacaktır. Özellikle Malumat gazetesinde yazmaya başladığı Şehir Mektupları, belki de dünya edebiyatında benzeri bulunmayan bir eserdir. İstanbul’da yaşanan hayatı, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmaksızın bu mektuplarda anlatan üstad, her an mizaha dönmeye mütemayil üslûbuyla, bize bu karmaşık imparatorluk başkentinin on dokuzuncu yüzyılından çarpıcı haberler ve nefis görüntüler sunar.

Çocukluk, gençlik ve olgunluk yıllarıyla ilgili hâtıralarını ve gözlemlerini Gecelerim isimli eserinde gece saatleriyle bağlantılar kurarak anlatan Ahmet Rasim, Ahmet Haşim gibi, akşam saatlerini ve geceleri çok severdi. 1330 (1914) tarihli Nevsâl-i Millî’de yayımlanan “Sokaklarda Geceler” başlıklı yazısında da, eski İstanbul sokaklarında yaşanan geceleri son derece etkileyici bir üslupla anlatmıştır. Eski sessiz ve karanlık gecelerimizde duyulan seslerin gizli anlamlarını doğrusu ondan başkası anlatamazdı.

İşte bu sessiz ve sırrî geceler, Ramazan hilâli görülür görülmez âdeta gündüze döner, halk so kaklara dökülürdü. Kahveler, dükkânlar, hatta zaman zaman devlet daireleri sahura kadar açık bulundurulur, sokaklar kandiller, fenerler ve fanuslarla aydınlatılır, kandil ve mahyalarla donatılan minareler, geceleri bir şehrâyine dönüştürürdü. Hayatın ritminde meydana gelen bu olağanüstü değişikliğin Ahmet Rasim’in objektifinden kaçması düşünülebilir mi?

Eski Ramazan hayatı, Ahmet Rasim’in leziz yazılarında hâlâ bütün canlılığıyla yaşıyor. Bu yazılardan bir kısmı yıllar önce Muzaffer Gökman tarafından Ramazan Sohbetleri (1965) adıyla bir araya getirilmiş ve Kervan Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Kapı Yayınları, aynı kitabı 2011 yılında okuyucuyla yeniden buluşturdu. Eski iftarlar, teravihler, Ramazan geceleri ve ziyaretleri, bayram hazırlıkları, bayram yerleri vb., yani eskilerin Ramazan deyince bir daha görülmesi mümkün olmayan bir rüya gibi hatırladıkları güzellik ve zenginliklerin anlatıldığı bir kitap...

Ramazan’da okuyacak kitap arayanlara isimlerini zikrettiğim kitapları tavsiye ederim.

Abdullah Uçman: Mübarek ayın hikmet ve fazileti

Yaşı benimle aynı veya bana yakın olanların Ramazan denince hemen hatırına geliveren ve on bir ayın sultanı Ramazan’ı simgeleyen bazı şeyler vardır: Meselâ iftar topu, meselâ mâniler okuyarak Müslümanları sahura kaldıran Ramazan davulcusu, iftar sofrası, sahur sofrası, şerefelerinde kandiller yanan minareler, mahyalar; öğleden önce, ikindiden sonra camilerde veya evlerde okunan mukabeleler, cemaatle ikişer veya dörder rekât hâlinde kılınan terâvih namazları, özel davetlerde iftardan sonra verilen diş kiraları, Kadir gecesi, arife günü, nihayet bayram ve buna benzer şeyler...

Yaşımız 50’yi geçtikten sonra genellikle “Nerede o eski günler! Nerede o eski Ramazanlar!” şeklinde geçmişe duyulan özlem, acaba yaşadığımız zamandan memnun olmama veya geleceğe güvenle bakamamaktan mı ileri geliyor! Çocukluğumuzun veya geçliğimizin Ramazanları acaba bugünden daha mı güzeldi veya daha mı anlamlıydı? Hiç şüphesiz bugünlerden daha sade ve daha anlamlıydı! Diğer büyük şehirleri bilmiyorum ama bugün İstanbul’da iftar topu atılmıyor; birkaç yıl önce Fatih’te iftar vaktinde top sesini andıran bir şey patlatmaya kalktılar, ama birileri rahatsız oluyor diye vâki şikâyet üzerine o da kaldırıldı. Aynı şekilde sahur vakti sokak aralarında dolaşıp Müslümanları sahura kaldırmak için davulunu çalan davulcudan rahatsız olanlar bulunduğunu işitiyoruz.. İstanbul’u bilmiyorum ama eskiden hemen herkesin birbirini tanıdığı küçük şehirlerde Ramazan’da bir ay boyunca lokantalar ve meyhaneler kapatılır, kahvehaneler gündüz çalışmaz, oruç tutmayanlar ya da tutamayanlar oruçluya saygı gösterir ve gündüzün aleni şekilde asla oruç yenmezdi. Kısacası Ramazan ayının bir ruhu, daha doğrusu bir ruhaniyeti vardı ve bunu beldenin bütün ahalisi her hâliyle yaşardı ya da yaşamaya çalışırdı.

Çocukluğumuzda sahura kalkmak, uykulu vaziyette yer sofrasında erik veya üzüm hoşafıyla birlikte pilavı kaşıklamanın lezzeti; pencerede iftar topunu, minarede kandillerin yanmasını beklemenin heyecanı ya da camide akşam namazından önce iftar için dağıtılan zeytin veya hurmanın tadı, kış aylarına rastlayan Ramazanlarda iftar sofrasında tarhana çorbasının lezzeti, yaşanmadan anlaşılabilecek şeylerden değildir! Terâvih namazı kılmak için cümbür cemaat selâtin camilere gidiş ve orada o muhteşem kalabalıkla birlikte, o kalabalığa karışarak, tekbirler ve salâvatlar arasında kılınan namazların ulviyeti acaba kelimelerle ifade edilebilir mi?

Henüz bulûğ çağıra gelmemiş ama oruç tutmaya heves eden çocuklar için bir yarım oruç vardı ve öğleye kadar tutulan bu yarım oruçlar ev halkından birilerine satılırdı! Şimdiki çocuklar bunları nereden bilecekler, çünkü bunlar artık yaşanmıyor ki, nasıl bilsinler!

Bir gün bir ders sırasında yeri geldi “Diş kirası”ndan bahsettim; koca sınıfta “diş kirası”nın ne olduğunu ne duyan çıktı, ne de bilen! Halbuki daha on on beş yıl önce Beyazıt’ta Beyaz Saray’ın alt katında Enderun’daki Cumartesi iftarlarından sonra dükkân sahibi rahmetli İsmail Özdoğan’ın diş kirası olarak her misafire bir kitap hediye etmesi; aynı şekilde birkaç yıl önce Hakk’a yürüyen, cömertlikte eşi benzeri olmayan rahmetli Şevket Demirci ustanın iftar davetlilerine “diş kirası” olarak havlu, mendil, tarak, kalem, tırnak makası gibi hediyeler vermesi üzerinden daha ne kadar zaman geçti!

Evet şimdi televizyon ekranlarında hemen her kanalda Ramazan ayı boyunca iftar ve sahur programları yapılıyor, bunlar elbette faydadan uzak değil ama bütün bunlar bana nedense o eski Ramazanların havasını yaşatamıyor! Bunlar biraz sun’î, sadece yapmış olmak için, sanki bir nevi “yasak savma” gibi geliyor. Dinle, diyanetle pek fazla ilgisi veya meselesi olmayan birtakım gazetelere bakıyorsunuz bir ay boyunca çarşaf çarşaf Ramazan sayfaları hazırlıyorlar; Ramazan’ın ruhuyla alâkası bulunmayan birtakım adamlar bu sayfalarda Müslümanlara Ramazanla ilgili bilgiler sunuyor, nasihatlar ediyorlar, eski Ramazanlarla ilgili fıkralar, anekdotlar anlatıyorlar! Nedense bütün bunlar da bana yapmacık geliyor!

Alphonse de Lamartin, Uzakdoğu ile ilgili hâtıralarını anlatırken, “Şarkta her şey biraz şiirdir!” der. Lamartin’in bu tespiti bile, Doğulu bir millet olan bizim hayata bakışımızı ne kadar güzel özetler!

Divan kültürü ürünleri arasında yer alan ve başlı başına birer hikâye-roman denebilecek bir kısım mesnevîler; düğün veya eğlenceleri konu edinen sûrnâmeler; çeşitli Osmanlı şehirlerinin anlatıldığı şehrengîzler; Miraç kandillerinde okunan mirâciyeler; çeşitli padişahların gazâlarını konu edinen gazavatnâmeler; Süleymannâme, Selimnâme ve Hamzanâme örnekleri, Türk milletinin edebî ve kültürel değerlerini ortaya koyan, dikkate değer örnekler arasında yer alır. Bu yazılı ürünlerden başka, halk arasında nesilden nesile aktarılarak gelen destanlar, mâniler, deyişler, menkıbeler ve kahramanlık hikâyeleri de farklı bir zenginliğe sahiptir.

Eski Türk edebiyatının bu sözlü örnekleri arasında yer alan Ramazan mânileri ise erbâbı için başlı başına bir hazine değerindedir. 70’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde benim de hocam olan rahmetli Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, yıllar önce, bu mânilerden sadece İstanbul’da ve Vak’a-i Hayriyye’nin vukû bulduğu 1826 yılında okunanları Ramazannâme adıyla bir kitapta bir araya getirmişti.1 Şifâhî edebiyat örnekleri arasında yer aldığı için edebiyat tarihlerinde üzerinde fazla durulmayan Ramazan mânileri, bu kitapla birlikte konuyla ilgilenenlerin istifadesine sunulmuş ve kültür hayatımızda önemli bir yeri doldurmuştu.

Bütün bir imparatorluk coğrafyasını değil de sadece İstanbul’da söylenen Ramazan mânilerini ihtiva eden bu örneklerde biz hayatla dinin, hayatla sanatın birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe olduğunu görüyoruz. Bir mâni ustası ağzından bir davulcu:

Gökler kapısı açılır,

Âleme rahmet saçılır,

Bu mübârek Ramazanda,

Hülle donları biçilir. (s. 46)

derken, söylediklerinin ne anlama geldiğinin de herhalde farkındadır. Çocukluğumda Edirne’de duyduğum ve herhalde sık sık tekararlandığı için bir türlü unutamadığım şu mâninin, elimizdeki kitaptan, biraz değişik şekilde İstanbul’da da söylendiğini öğrendim:

Yeni Cami direk ister,

Dayanmağa yürek ister,

Benim karnım toktur amma,

Arkadaşım börek ister!

Bunun biraz değişik bir şekli kitapta şu şekilde yer alıyor:

Bizim evde çoluk çocuk,

Gece gündüz çörek ister,

Benim karnım toktur amma,

Cariyeniz börek ister! (s. 56)

Bir de önemli şu husus var: Atalarımız en acı olayları bile karşısındakini incitmeden anlatmayı bilmiş ve onları hikâye ederken mümkün mertebe yumuşatmışlardır; Doğu toplumlarında trajedinin olmamasının sebebi belki de bundandır! Osmanlı toplumunda Allah bile yargılayıcı sıfatıyla değil de yarlıgayıcı (affedici) sıfatıyla zihinlerde yer etmiştir:

Yargılama günahın kulun,

Hayır işlere varsın elin,

Sahur vaktinde makbuldür,

Dest açıp duada bulun! (s. 47)

İnsan konuşurken daha tabii, daha açık yürekli, daha içten, daha samimidir de, yazarken, yani yazdıklarını başkalarının da okuyacağını, bunların ele güne çıkacağını hesap ederken daha dikkatli davranır. Durum sözlü ve anonim ürünlerde de aynen kendini gösterir:

Bekçide hûb nefes olmak,

Ne müşkildir beyit bulmak,

Kolay deyip geçmeyelim,

Ne belâdır davul çalmak. (s. 89)

örneğindeki samimiyeti pek az divan şairinde görürüz. Ya da:

Bekçiniz kişi gözetir,

Paralı işi gözetir,

Lâkırdıya kulak asmaz,

Hemen bahşişi gözetir. (s. 85)

örneğinde mânici, kalbinden geçenleri olduğu gibi dile getirmekte bir sakınca görmez.

Âmil Çelebioğlu hocamızın yapmış olduğu tasnife göre Ramazan mânilerini konularına göre başlıca iki gruba ayırmak mümkündür:

1) Ciddi mahiyette olan mâniler;

2) Mizahî tarzda olan ve daha çok eğlendirmeye yönelik mâniler.

Ramazan ayının gelişi, hikmet ve faziletleri, câmiler ve buna benzer konular genellikle birinci kısımda ele alınırken, ikinci bölüme dahil edilen ve yer yer uzatılan mânilerde ise, meselâ “Sanatlar faslı”, “Lisan-ı sübyan faslı”, “Kimya faslı”, “Hekim faslı”, “Kedi-sıçanlar faslı” gibi kısımlarda o devir insanının zekâsı ve mizah gücü bütün açıklığıyla ortaya konulmuştur.

Müstakil 120 farklı konu 1475 adet mâni içine sığdırılırken ister istemez bazı tekrarlar da kaçınılmaz olacaktır. Fakat bütün bunların yanında bir nevi gül kasidesine benzeyen bir “Gül faslı” vasfındaki şu mâni ne kadar anlamlıdır:

Güldür veren dehre safâ,

Güldür veren câna safâ,

Gülşen içinde şevk ile

Goncalar eyler merhaba. (s. 66)

Ve “Bülbül faslı”ndan şu mâni, sıradan bir davulcunun kolay kolay söyleyemeyeceği, sanatkârâne bir ifade gücüne sahiptir:

Evveli fikr eder bülbül,

Hâline şükr eder bülbül,

Hudâ’nın bin bir ismini,

Rûz u seher zikr eder bülbül. (s. 69)

Ramazannâme, daha önce de belirttiğim gibi, sadece Ramazan ayı müddetince bekçi ve davulcuların eski İstanbul’un cadde ve sokaklarında, muhtemelen önceden ezberledikleri, son derece renkli sözlü kültür örneklerinden oluşmaktadır. 120 bölümden meydana gelen kitaptaki mâniler, esasında odundan kömüre, pirinçten tatlıya, gülden bülbüle kadar içine günlük hayattaki hemen her şeyin dahil edildiği canlı bir panorama gibidir. Bunun içine Ramazan ayı ile ilgili unsurlar kadar meselâ “Gül faslı”, “Hekimlik faslı”, “Ocaklar faslı”, “Pireler faslı” gibi gündelik hayata ait başka şeyler de dahil edilmiştir.

Âlim Kahraman:
Bir alem kurmak

Ahmet Haşim’in 1920’lerin başlarında Dergâh dergisinde yayımladığı “Müslüman Saati” başlıklı bir yazısı vardır. Bu ad benim hoşuma gider. Medeniyetler, zamana yüklenen anlamların hayatı biçimlemesinden doğar bir bakıma. Ramazan bunun önemli göstergelerinden biridir. Sadece Ramazanın hayatımıza getirdiği anlamlar, bunlardan doğan yaşama biçimleri başlı başına bir âlem kurar. Dışarıdan gelen biri için bu büyük hayat küresi şaşırtıcı ve çarpıcı birçok unsur içerir. Nitekim yabancıların Ramazana rastlayan İstanbul gözlemleri bize bunu göstemektedir.

Gönül ürpertisiyle gelir

Ramazan ve edebiyat deyince bu ayın içerdiği, sadece kendine ait birçok kavramın varlığına işaret etmek gerekir öncelikle: Arafe, hilali gözlemek, sahur, imsak, oruç, iftar, teravih, kadir gecesi bunların sadece birkaçıdır. Kültürel olanlar da ayrı: Kandil simidi, mahya, Ramazan pidesi, Ramazan topu vd. Bir hayat gizlidir onların gerisinde.

Özel bir zaman kesitidir Ramazan. Kendi ışıltıları ve gönül ürpertileriyle gelir. Yeni bir hayat dinamizmi çıkar ortaya. Gündüzü başka gecesi başka güzeldir. Zamanın içinde yeni zaman aralıkları doğar, her aralıktan başka bir ufuk görünür. Başka esintiler, kokular duyulur. Ruh arınır, beden hafifler, yürek titrer; insan uçuverecek gibi olur. Bir şenliktir Ramazan.

Ramazanı yansıtan edebiyat hayatın tüm bu iç hallerini ve dışa yansıyan dinamizmini içerir. Türk edebiyatında zengin sayılabilecek bir Ramazan edebiyatı birikimi vardır. Şiir, hikâye, deneme, hatıra… edebiyatın hemen her türünde ifadesini bulmuştur. Kitaplık çapta olanlar sayılıdır belki, fakat birçok şair ve yazar, bu aya ait izlenimlerini bir şekilde ortaya koymuştur yeri gelince. Özellikle çocukluk Ramazanları unutulmaz izler bırakmış, bunlar ileriki yıllarda yazma arzuları doğurmuştur. Sezai Karakoç’un oruç ve Ramazan yazıları benim favorimdir. Yahya Kemal’in “Atik Valide’den İnen Sokakta” şiiri unutulmaz bir eserdir. Samiha Ayverdi’nin hatıraları içinde de eski İstanbul Ramazanları önemli bir yer tutar. Bu isimlere Ahmet Rasim, Cenap Şahabettin gibi isimler eklenebilir.

Necmettin Turinay:
İnanmış gönüllerin güzel hali

Ramazan’ın toplu iftar, sahur gibi bireysel ve toplumsal hayata yansıyan tarafı malûmdur. Gece yarılarında, uyur uykular arasında bizi uyandıran davullar, davulcuların ezgili makamlarla tekerlemeye dönüştürdüğü geniş bir “mani külliyatı”. Ya da Mütareke yıllarından itibaren görülmeye başlayan “Eski Ramazan” nakaratları!.. İftar saatine yakın, eli ayağı birbirine karışmış durmaksızın iğneli, imalı nükteler savuran Bektaşi tiplemeleri. Bu unsurlar Ramazan’ın toplumsal hayatımıza yansıyan bir tür göstergeleri mesâbesindedir.

Bunlara bir de, İkinci Meşrutiyet’ten sonra ortaya çıkan, Mütareke döneminde de basbayağı yaygınlık kazanan tango, çengi uygulamalarını, Direklerarası’nın başı sonu gelmez curcunasını ve illâ da çocukların ziyadesiyle haz duyduğu Karagöz- Hacivat türü gölge oyuklarını ilâve etmek icabeder.

İşte Ramazan genelde edebiyatımıza bu yönleri ile yansırdı. Dönem gazeteleri ve bilhassa Ahmet Rasim gibi eski hayata vâkıf muharrirler hep bunları yazar, dini- toplumsal hayatın bu yönünün resmini çıkarırlardı. Dini hayatın asıl derunî olan tarafını ise, onların parça parça yazı ve hatıralarından maalesef takip mümkün değildir.

Oruçlu insanın iç yaşamı

İnanmanın bu yanını değil onlar, onların dışında kalan asıl büyük inanmışlar zümresi de maalesef yazmış, anlatmış değildir. Oruçlu insanın iç yaşaması nedir? O büyük tarihi dergâhlarda esip duran bir hava, hangi ruha veya kalbe nasıl yansırdı? Yapmacığa ve gösterişe varmayan, o ferdî veya içtimâ halindeki uygulamaların tesiri kimin üzerinde nasıl hissedilirdi? Bunları az çok biliyor veya tahmin edebiliyoruz. Ancak derinliğine, geniş bir anlatmaya dönüşmüş, nesir edebiyatı olarak da kitaplaştırılmış metinler ile ne yazık ki karşılaşma imkânı bulamıyoruz. Yani o maneviyatlı ruhların iç hallerinin anlatımına demek istiyorum.

Yüksek din dilimiz

Bunun yokluğunu nasıl izah etmek gerekir?

Ya inanmış gönüllerin, içte cereyan eden özel hallerini ifşâdan yana olmamaları ile, yani bunu edebe mugayir bulmaları ile izah gerekecek; ya da bu yanımızı sanata ve edebiyata dönüştürme hususunda büyük bir tecrübe noksanlığı ile!.. Nitekim eski klasik edebiyat geleneğimiz bu tür deruni yanlarımızı bırakın, alelâde gündelik yaşamalarımızı bile yazmaktan sarfı nazar eder, belki buna tenezzül de etmezdi.

İşte bu husustaki noksanımızı telâfi eden sınıflar, adını sanını bildiğimiz büyük mutasavvıf şairler ve bestekârlardır. Klasik dönemlerimizin büyük ruh mimarları onlardır. Yani Mevlânâ’dan, Yunus’tan, Fuzuli’ye, Şeyh Galip’e; oradan Hâmid’e ve Akif’e doğru uzanan dehâ çağında büyük bir şairler silsilesi. Gönül dilimizi, maneviyatı yüksek din dilimizi onlar kurmuştur desek yeridir. Ayrıca onlardan aşağı kalmayan ve her birini tasavvufun türlü hallerine vâkıf, duyma kabiliyeti yüksek bir bestekârlar silsilesi. İç hayatımızı en iyi onlar anlattığı için, Yahya Kemal: “ Bizim romanımız şarkılarımızda gizlidir” gibi bir söz söylemişti. O klasik şarkılara ilâhileri, türkü ve âyinleri de ilâve edebilir, veya birinin yerine diğerini ikame edebilirsiniz.

GÜNÜMÜZDE ULEMAMIZ DİNE DIŞARDAN BAKIYOR

Yunus’tan itibaren devam eden ve içimizde büyük ürpertiler meydana getiren dinî-tasavvufi şiiri, Cumhuriyet döneminde temsil eden ünlü isimler ise şunlardır: Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ziya Osman Saba ve Arif Nihat Asya!.. Onların ardından da mütefekkir şairimiz Sezai Karakoç!.. Hemen yanı başında ise, Y. Kemal ve M. Akif’ten bir yankı olarak Ali Ulvi Kurucu üstadımız!.. İlâve olarak yeni bazı isimler daha söylemek mümkün. Ancak 1980 ve 90’lardan sonra din dilimizde garip bazı paradokslar yaşadığımız da malûmdur.

Bir de günümüzde ulemâmız, dine mensup biri gibi içeriden değil, ona dışarıdan bir nesne gibi yaklaşıyor. Dini kendi kavramları ile yazıp yorumlamaktan özellikle kaçınıyor. Dinî hayat ve düşünce, tamamen batılı kavramlarla yazılıp izah ediliyor. Dini bir iç yaşaması olarak ifade eden şairlerimizde de adeta bir azalma göze çarpıyor. Fakat buna karşılık, yeni bir idrak açılması da dikkatimizi çekmiyor değil.

Onun için, fazla uzun kaçmayan bir dönemin ardından, tekrar kendimizle buluşacağımızdan emin olmak gerekiyor.

#Ramazan
#Edebiyat
#Beşir Ayvazoğlu
#Âlim Kahraman
#Abdullah Uçman
6 yıl önce