|

Romanımızın yerli bir babası yok

Türk edebiyatındaki baba figürünü otuz beş eser üzerinden incelemeye alan Romanlar ve Babalar kitabını Mehmet Narlı’yla konuştuk. Narlı, “Romanın yerli bir babası yoktur, Fransa’dan bulunan bir babalığı vardır” ifadelerini kullanıyor.

Merve Akbaş
04:00 - 15/03/2024 Cuma
Güncelleme: 03:11 - 15/03/2024 Cuma
Yeni Şafak
Mehmet Narlı
Mehmet Narlı

Mehmet Narlı ve Berna Uslu Kaya imzası taşıyan Romanlar ve Babalar – Türk Romanında Babanın Tipoloji, Söylem ve Sosyokültürel Boyutlarıyla Çözümlenmesi- Osmanlı’daki ilk romanlardan bugüne gelen izlek üzerinden “baba” figürünü masaya yatıran bir inceleme. Otuz beş roman ve tipoloji üzerinden Türk romanındaki babaları, babalık olgusunu dünü ve bugünü hem edebi hem de sosyolojik bağlamda analiz eden kitabı Mehmet Narlı’yla masaya yatırdık. Narlı, “Romanın yerli bir babası yoktur, Fransa’dan bulunan bir babalığı vardır” diyor.

* Romanlar ve babalar üzerine çalışma fikri nasıl doğdu ve kitap nasıl ortaya çıktı?

Türk romanı, devlet ve millet olarak Osmanlı’nın siyasal, sosyal, kurumsal ve epistemoloji olarak değişmesi gerektiğine inandığı; yetersizlik ve yenilmişlik duygularının her alanı kuşatmaya başladığı Tanzimat yıllarında doğdu. Dolayısıyla romancılarımız, sözünü ettiğimiz değişme fikrini hem taşıyan hem de değişimin nasıl hangi alanlarda olduğunu bilme yükümlülüğünü üstlenen yazar/aydınlar oldular. Kendilerini konumladıkları bu yer, bir taraftan onlara Osmanlı dünya görüşü ile hesaplaşmaya itiyor bir taraftan da Batı düşüncesinin ve edebiyatının özellikle romantik dönem bakış açısını ve uygulamalarını kabul etmeye ve öykünmeye itiyordu. 1960’lardan 1910’lara kadar basılmış romanlara ve önsözlerine bakıldığında Tanzimat yazar /aydının canhıraş bir şekilde, aile, eğitim, tarih, alafrangalık, kölelik gibi konularda toplumu bilgilendirmeye, eğitmeye, yönlendirmeye çalıştığı açıkça görülür. Bu bir bakıma bütün bu alanları belirleyen ve tahkim eden devlet ve padişah otoritesinin yerine yazarın/romancının geçmesi idi. Roman ve baba ilişkisini kurduğumuz yer tam da burası. Türk romanı, bir entelektüel-yazar babanın eseri olarak doğdu. Aslında 2000’li yıllara kadar da Türk romanı anlatıcılarının filigranlarında bu entelektüel/yazar/baba görünmeye devam etti.

Romanlar ve babalar konulu bir çalışma yapmak isteyişimin temel gerekçesi bu gerçekliktir. Ama kitabın önsözünde de değindiğim yazmaya başlama konusunda harekete geçiren şey 2004 yılında Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar kitabının yayımlanması oldu. Parla’nın Türk romanının epistemolojik temellerini analiz etmesi mükemmeldi. Bu çalışmaya baba merkezli roman çözümlemeleri eklemenin işe yarar bir çalışma olacağını düşündüm. Ve hemen birkaç roman merkezinde babaların kurgusal işlevine, tipolojilerine ve sosyolojik değişimlerine baktım. Ama devam eden kitap ve makale çalışmaları, dergilerin hiç eksilmeyen yazı talepleri, roman ve baba konusunun sürekli ertelenmesine sebep oldu. Ama 2022’de yeniden alevlendi. Kıymetli bir doktora öğrencimin de katkısıyla kitap tamamlanmış oldu.

HER SEÇİM BİR ÖZNELLİK İÇERİR

* Baba figürünü anlamak için hangi romanları seçtiniz ve bu seçimlerin özel bir nedeni var mıydı?

50’ye yakın roman seçmiştik ama bunlardan 36’sı üzerinde çalıştık. Hepsini saymama gerek yok ama bir kaçından söz edebilirim. Aynı zamanda bu söz konusu romanları niye tercih ettiğimi de gösterir. İlk romanlardan Cumhuriyet yıllarına kadarki romana topluca bakmayı tercih ettik ve 8 roman üzerinden öğretme ihtiyacının, aileyi ve gençleri eğitmenin ve uyarmanın, kalkınma arzusunun arkasındaki babayı görmeye ve göstermeye çalıştık. Yaprak Dökümü’nde ailenin dağılışına, evlatların yeni yaşama biçimi arzularına, bu arzuları karşılayamayan babaların konumlarını nasıl kaybettiğini; Fatih Harbiye’de yeni kuşağı yozlaştıran, maddileştiren ama aynı zamanda cezbeden ışıklı hayatlara akışı durdurmak isteyen yerli, mütekamil bir babaya daha doğrusu toplumsal ve kültürel çözülüşü gören, çaresini bilen ve kuşağı bu çareye davet eden yazar/baba varlığını; Murtaza’da vazife ve karakter takıntısı yüzünden kızının ölümüne sebep olan babanın dramını görmeye ve göstermeye çalıştık. Aylak Adam’da bütün çabası babası gibi olmamak olan, baba görüntüleri içinde değer ve güvenirlik sorunu ile başa çıkmayan, bu baskı altında kaçan ve arayan acılı avareye odaklanıldı. Zamanı, mekânı, bürokratik yapısı, zihinsel ve bilimsel argümanları ve söylemleri kendisine ait olmayan bir toplumun ironisi olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne baba psikozu, Türkiye’nin baba arayışı bağlamında bakmaya çalıştık. Tutunamayanlar’a, tutunan babaların tutunamayan çocukları merkezinde okumaya çalıştık. Örnek çoğaltmaya gerek yok. Okurlar, “ama şu romanda da baba önemli” diyebilirler ve biz o romanı seçmemiş olabiliriz. Bazen görmek ve göstermek istediğiniz şeyin diğer romanlarda bulunduğunu kabul ederek o romanı seçmezsiniz; bazen de roman baba konusunda önemli olduğu hâlde onu çözümlemek içinizden gelmez. Her seçim bir öznellik içerir kuşkusuz.

ROMANIN BABASI HALK HİKAYELERİ DEĞİL

* Osmanlı edebiyatında şiir ve hikâyeye göre romanın “babasız” bir tür olduğunu söylüyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

Bu bağlamda babayı, bir türün kuramsal ve biçimsel olarak bir çıkış yerinin bulunup bulunmaması, akıp duran bir ırmağın suyu olup olmaması, yani edebi bir geleneğinin süreği olup olmaması anlamında kullandık. Her insan gibi, her yazar şair gibi edebi türler de bir geleneğin içine doğarlar. Geleneği devam ettirmek veya değiştirmek hatta reddetmek şeklindeki tavırlar bu gerçeği değiştirmez. Her üç tavırda da öncekinin izi görülür. Şiir için bu böyledir, kısmi olarak yeni hikâye için de bu böyledir. Ama roman baba ocağından mahrumdur. Dolayısıyla Osmanlı edebiyatının yüzyıllar süren büyük akışı içinde şiire ve hikâyeye göre roman babasız bir tür sayılır. Bazı aksi iddialar olsa da Tanzimat romanın babası mesneviler veya halk hikâyeleri değil, Fransız romanıdır. O zaman ifadeyi daha da doğrultalım romanın yerli bir babası yoktur, Fransa’dan bulunan bir babalığı vardır. İlk telif eserleri veren Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal, Sami Paşazâde gibi romancılar, romanın birçok teorik konusuna değinmiş ama hiçbiri romanın gelenekteki bir edebî türün yenilenmesi veya devamı olduğunu söylememiştir.

* Baba, -aile içinde- ailenin dünya ile ilişkilerinde belirleyici role sahiptir. Peki babasız olan romanın gelişiminde bunun etkisi görülüyor mu?

Çok güzel bir soru. Hemen hemen bütün romanlarda ama özellikle Tanzimat yıllarından Cumhuriyet yıllarına kadar olan romanlarda baba yoksa aile içi düzende, maddi geçiminde, çocukların eğitiminde, ailenin dış dünya ile ilişkisinde ciddi sorunlar vardır. Çünkü baba, düzen sağlayıcı, koruyucu imkân ve otoritedir. Baba varlığının, otoritesinin ortadan kalkması ailenin bozulmasına ve dağılmasına sebep olur. Babayı epistemolojik ve kültürel otorite veya devlet olarak düşündüğümüzde babanın kaybının bütün toplumsal yapıyı derinden sarsacağı da bir gerçektir. Babasız bir tür olarak doğan veya başka bir babanın çocuğu olarak Osmanlı topraklarına gelen romanın doğmasında, serpilip gelişmesinde, kendi yolunu tayin etmesinde durum nedir derseniz, kısaca şunları belirtmek isterim: Osmanlı Türkiye’sinde romanın tercüme, adaptasyon ve telif süreçlerinde kurulduğu kabul edilebilir gerçektir. Önce Fransız romanların ne dediklerine bakıyoruz, sonra sanki onları biz söylemişiz gibi yapıyoruz daha sonra ise söyleyeceklerimiz onlara benzeyerek söylüyoruz. Dolayısıyla roman, Türk edebiyatı içinde kendi biçimini başat biçim olarak kurduğu gibi kendi içeriğini de formuyla sürükleyip getirmiştir; daha doğrusu, yerli içeriğin kavramsal düzeneğini, yazarlara nüfuz ederek belirleyici hâle gelmiştir. Elbette roman kurulduğu günden beri bizim hayatımızı, Osmanlı tebaasını ve toprağını, Türkiye hayatını anlatır. Ama yazarların problemi görme biçimlerinde “bizlik” durumu biraz zorlanmıştır. Örneğin Sami Paşazâde’nin cariyelik olgusunu kölelik bağlamında alması; Nabizâde’nin “realist bir roman yazmak” için ta Antalya civarında bir köyü seçmesi, Recaizade’nin garplılaşmanın sorunlu tarafını sadece safderunlar, ahmaklar üzerinden göstermesi; Nabizâde Nazım’da ve etrafındaki yazarlarda oluşan “yayınlananların hemen hepsi roman değildir; Osmanlıda roman yoktur, realist roman dışında da roman yoktur” şeklindeki kesinlikler; Osmanlı toplumunun hayatı içinde tabii bir yer işgal eden delilerin birdenbire ve kesin bir şekilde sadece psikiyatri eksenin de romanlarda kurulması gibi birçok izler romanın babasızlığı ile ilişkilidir. Ama giderek romancımız kendi hayatının ve kültürün değerleri ve değerlerin kodlandığı dil içinde büyüdü ve kendini kendisi olarak konuşmaya başladı.

* Osmanlı’dan bugüne baba figürünün sosyal hayattaki değişimini romanlar üzerinden okumak mümkün mü?

Evet mümkün. Çünkü roman, edebiyat türleri içinde toplumsal ve bireysel yapının sosyal, siyasal, ekonomik, psikolojik özelliklerini en geniş anlamda temsil edebilecek türdür. Gerçeksi bir dünya kuran romanların, insanın kendisini ve diğerlerini anlama ve anlamlandırma çabalarında, işlevsel ve estetik açıdan oldukça önemli bir katkısı vardır. Buradan bakınca şu açıkça görülür: Türkiye sosyolojisi, psikolojisi, kültürü Türk romanı okunmadan analiz edilemez, yorumlanamaz daha doğrusu yapılan her yorum ve analiz eksik kalacaktır. Aslında çalışmada izlediğimiz kronolojide, baba konumundaki süreklilik, kesinti değişme ve farklılaşma izlenebilir diye düşünüyorum.

#Aktüel
#Edebiyat
#Hayat
2 ay önce