|

Romanlar rehberliğinde İstanbul turu

Romanların izini sürerek İstanbul’u gezmek ister misiniz? Konakların, mis kokulu ıhlamur kokularının, çarpık yapıların, tarihi eserlerin arasında İstanbul’un 100 yılda değişen çehresini adım adım 12 yazarın değişik dönemlerde kaleme aldığı 12 romanda bir şehri okumak.

Yeni Şafak
04:00 - 9/11/2018 Cuma
Güncelleme: 14:59 - 9/11/2018 Cuma
Yeni Şafak
İstanbul'a ait eski bir fotoğraf...
İstanbul'a ait eski bir fotoğraf...
AYŞE ADLI

Edebi eserler, özellikle de romanlar katmanlı okumaya müsaittir. Okur, en üst katmanda roman kahramanlarının maceralarına eşlik eder. Metnin müsaadesi ölçüsünde satır aralarına süzüldükçe başka bir seyir içinde bulur kendini. Kiminde iki âşığın gizli münasebetine şahitlik ederken, kimi zaman çoktan silinip gitmiş sokaklar arasında seyahate çıkar. Türk romanının ana mekânı İstanbul’dur. Lakin 19’uncu asrın ikinci yarısından kaleme alınan ilk örneklerinden günümüze hikâyelere fon teşkil eden şehir, tüm yönleriyle büyük bir değişimden geçmiştir. Romanlar bu toplumsal, kültürel ve mimari değişimi takip imkânı da sunar bize.

İlk örneklerde İstanbul, seyirlik bir hüviyet taşımaktadır. Gevşek bir kurguyla ele alınan hikâyelerin önemli bir kısmı Çamlıca’nın, Emirgan, Fatih ve Beyoğlu’nun sokakları arasında geçer. Bu gezintinin asıl amacı; İmparatorluk büyük bir gürültüyle yıkılırken toplumun çektiği değişim sancısını gözler önüne sermektir. Yazarlar arasında modernleşme yanlıları olsa da genel tavır, yaşananları ‘yozlaşma’ olarak değerlendirmek yönündedir. Namık Kemal, 1876’da Vakit gazetesinde tefrika edilen İntibah romanında, öncelikle aşk, kıskançlık ve intikam duygularını ele alsa da okura Ali Bey’in maceraları eşliğinde bir dönem tahlili sunar. Birinci Meşrutiyet ilan edilmiş, serbestlik havası her yere yayılmıştır. Ancak yazar, bize rahatlamanın çok önceden başladığını hissettirir. Yakın zamana kadar mahrem kabul edilen ilişkiler sokağa taşmıştır artık. Roman kahramanı Ali Bey, bu yeni hayat tarzını tasvip etmediğini gizleme gereği duymayan Namık Kemal’e tercüman olmaktadır.

AH BEYOĞLU VAH BEYOĞLU

Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanında takvim biraz daha ileri sarar. Tanzimat’la birlikte başlayan batılılaşma, son hızla devam etmektedir. Şinasi ve Macit, Fatih ve Şişli arasında buhranlı gelgitler yaşayan Neriman’a çevrilir bu kez gözler. Ana mekânımız Beyazıt Meydanı, Fatih ve Beyoğlu civarıdır. Peyami Safa, Fatih’te Beyoğlu hayalleri kuran, Konservatuar’da Türk Müziği eğitimi almasına rağmen Batı müziğine hayranlık duyan Neriman’ı, aşinası olduğumuz bir eleştirel bakış altında değenlendirmeye tabi tutar. Neriman’ın gözden çıkardıkları arasında ait olduğu; dar sokakları ahşap evlerle dolu, ney ve ud seslerinin tramvay tıkırtılarına karıştığı İstanbul da vardır; “Artık ben bir Fatih kızı olmak istemiyorum, anlıyor musun?” diye isyan etmektedir. “Eski ve yırtık ve pis ve iğrenç bir elbiseyi üstümden atar gibi bu hayattan ayrılmak, çıkmak istiyorum.” Yazar, kabaca bir tasnifle 1930’lar İstanbullusunun geldiği yol ayrımını gözler önüne sermektedir.



Peyami Safa ile Fatih’ten Harbiye’ye Safiye Erol’la Kadıköy’ün geçmiş günlerine roman sayfaları arasında yolculuk yapmak mümkün.
PARİS’TEN İSTANBUL’A

Şıpsevdi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kıvrak ve mizahi üslubunu yansıtan romanlarından biridir. Genel çerçevede yine kabuk değiştiren şehir ve o şehirle kavgası artık ayyuka çıkmış insanlar vardır. Ancak itirazlar, beklentiler, gayretler o kadar öylesine taklittir ki olan biteni bıyık altından gülerek izlemeyi tercih eder Hüseyin Rahmi. Meftun, okumak için Paris’e gitmiş fakat okulu bitiremeden geri dönmüştür. Yarım olan \ kalan tek şey eğitimi de değildir üstelik. Kahramanımızın hayat telakkisi de yarım yamalaktır. Ona göre muasırlaşmak için gardroptaki kıyafetlerin, alışveriş filesindeki yiyeceklerin, akşam kurulan sofradaki düzenin değişmesi kâfidir. Bu sayede dönemin modası, ev dekorasyonu, adab-ı muaşeret kuralları hakkında da epeyce bilgi verir bize yazar. Paris’ten Erenköy’deki köşke dönen nevzuhur beyzâde yakın çevresini kısa sürede etki altına alır. Bundan sonrası tam seyirlik bir temaşadır.

BAHÇELİ EVDEN APARTMANA

Mithat Cemal Kuntay’ın İstibdat, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerini anlattığı Üç İstanbul’da roman tekniği oturmaya başlamıştır. 1938’de yayınlanan kitapta, üç devrin İstanbul’u anlatılmıştır. Kuntay, şehre ve insanlara dair daha çok detay verir bize. Kahramanımız Adnan’la birlikte evlerin, köşklerin, kütüphanelerin içine girmemiz mümkün olur. Apartmanlaşma henüz gündemde yoktur. Şehrin fakiri de zengini de müstakil, çoğunlukla bahçeli evlerde yaşamaktadır. Ancak kapıların ardında birbirine çok uzak hayatlar ve hikayeler vardır. Kuntay, Adnan’ın evini tasvir ederken kireç duvarlardan, yük dolabının çiçekli kapısından, adım attıkça öten tahta merdivenlerden, sokak kapısından toprak avluya insanla beraber giren sokaktan bahseder. Adnan’ın, ders vermek üzere gittiği Erkânı Harp müşiri Kerim Paşa’nın Rumeli kıyısındaki mermer yalısı ise her detayıyla varlık göstergesidir. Koyu kırmızı renkli Cenevre kadifesi perdeler, duvarlardaki Hollanda tabloları, gösterişli Chippendale koltuklar ve kanepeler, heykeller, pencerelerden eve dolan Boğaziçi… Ve elbette bütün bu zıtlıkları bir araya getiren aşk! Adnan’ın Süheyla ve Belkıs’a aşkı…


HAYDİ KADIKÖY’E

Safiye Erol, Kadıköy’ünün Romanı’nda şehre, şehirliye ve değişen kültüre karşı daha müşfiktir. Eskilerin şikayetleri belli belirsiz farkettirir kendini. Kadıköy sınırları içinde geçen olaylar boyunca okur; kimi zaman Şifa’dan, Moda’dan, Kalamış’tan, Haydarpaşa kıyılarından açılan sandallarla yola çıkıp Salacak, Kız Kulesi açıklarına, Fenerbahçe ya da Adalar kıyılarına demirler, kiminde Papazın Bahçesi’nde ya da Fener Burnu’nda buluşup henüz sayfiye niteliğini kaybetmeyen Kadıköyü’nde seyre çıkar. Devrin edebiyattan ve romandan beklentisine uygun olarak ‘yüzleşme’ kaçınılmazdır ve Erol, kahramanlarına hakikati bulmak için hikâyenin sonuna kadar mühlet vermiştir. Kadıköy, İstanbulluların şehrin karmaşasından sığındığı biri liman gibidir o yıllarda. Ve roman karakterlerinden Necdet Rüştü’ye göre, ‘Cennetliktir bu köye ismini veren kadı...’ Roman boyunca; bir yandan kendiyle, öte yandan gönlünü istila eden sevdayla başetmeye çalışan 7 Kadıköylü gençle birlikte biz de nasipleniriz o cennetten.


KAYBOLAN GÜZELLİKLER

Halide Edip Mor Salkımlı Ev’de hemen hemen aynı yılların Beşiktaş’ına götürür okuru. Ihlamur’a inen uzun caddeye bağlanan dik yokuşlardan birinin başındadır bu ev. Gidip görelim diye heves etmek boşuna, zira kitabı yazdığı yıllarda Halide Edip, belki biraz da çocukluğunu bulmak için yola koyulur ama o mutantan konaktan eser kalmamıştır. Bize, anlatılanlarla yetinmek düşer. Tepenin solu; koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Sarayları’nı (Yıldız Sarayı) görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin (Marmara) mavi sularına bakmaktadır. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıkları baştan aşağı mor salkımlıdır. Akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlamaktadır. Halayıklardan büyük hanıma, ev halkının her bir ferdi, kılık kıyafeti, inancı ve karakteriyle başka bir âlemdir. Evin dışına, Teşvikiye ve civarına nadiren çıkar yazar çünkü o ev, o çocukluk cenneti, dışarıdan daha büyük bir dünya sunmaktadır ona.

İŞGAL YILLARI

Yakup Kadri, Sodom ve Gomore’de işgal yıllarını anlatır. Birinci Dünya Savaşı hezimetle sonuçlanmıştır, İstanbul İngiliz işgali altındadır. Halk da Saray gibi mücadele etmektense teslim olmayı seçmiştir. Ankara’dan bakıldığında İstanbul, Tanrı’nın lanetlediği Sodom ve Gomore gibidir. İngiliz subaylarıyla gününü gün eden İstanbul kızları, Kuvayi Milliyecileri küçümsemektedir. Türklerin zaferi imkansızdır artık onlar için. Eğlencelerin vazgeçilmez ismi Leyla’nın nişanlısı Necdet ve arkadaşı Cemil’in gözlerinden izleriz olup biteni. Yazarın gözünde 1920’lerin İstanbullusu, ülkesinin çıkarlarında ve değerlerinden uzak, kişiliksiz bir zümredir. Ve elbette şehir de bu nefret dolu yaklaşımdan nasibini alacaktır.

BAŞROLDE İSTANBUL

Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz eserlerde yardımcı bir role sahip olan İstanbul, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda başrole yerleşir. Tanpınar, Nuran ve Mümtaz’ın aşkını okura şehri anlatmak bahane kılmıştır adeta. 1930’lar İstanbul’unun tarihi dokusu, sayfiyesi, diğer yazarların iddia ettiğinin aksine henüz yerli yerindeki kültürü ete kemiğe bürünür Huzur’da. O yüzden, İstanbul ve roman denildiğinde her zaman ilk sırada Huzur’u hatırlamak gerekir.

ROMANTİZM BURAYA KADAR

Cumhûriyet dönemi yazarlarında daha gerçekti bir bakış dikkat çeker. Romanlarda, 1950’lerden sonra sürekli göç alan şehrin problemleri de kendine yer bulmaktadır. Huzur’dan 10 yıl sonra, 1959’da yayınlanan Aylak Adam, şimdiye kadar izlediğimiz manzarayı ters yüz eder. Yusuf Atılgan, kendinden öncekilerin romantizmini bir kenara bırakmış; yozlaşmış bir şehirde huzursuz bir adama gerçek sevgiyi aratmaya koyulmuştur. 50’lerde toplum yapısı da büyük oranda değişmiştir. Anadolu’dan gelen yeni İstanbullular, ayakta kalma dürtüsünün verdiği güç ve ‘hakla’ derme çatma, estetikten ve değerden yoksun yeni bir şehir inşa etmeye koyulmuştur. Huzur’da pencerelerden sokaklara Türk müziğinin incelikli nameleri sızarken şimdi ‘büyük şehir gıcırtısı’ tüm sesleri bastırmaktadır.

AZINLIKLARIN ŞEHRİ

İstanbul Bir Masaldı, bu dönemin hemen öncesine uzanarak varlıklarını bir müddet için unuttuğumuz azınlıkları hatırlatır. Bir Yahudi ailesinin 1920’lerden 80’lere uzanan hikayesini kaleme alan Mario Levi, bir başka İstanbul anlatmaktadır. Bu süre zarfında imparatorluk dağılmış, yerine ulus devlet kurulmuştur. Tarif edilen kimliğin dışında kalanlar yurt özlemi çekmektedir, gitseler de kalsalar da bu özlem değişmeyecektir.

Huzur romanında İstanbul artık fonda değil baş kahraman olarak karşımızdadır. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanında ise İstanbul’un 40 yıllık değişim hikayesine tanık oluruz.
KAFAMDA BİR TUHAFLIK VAR

60’larla birlikte romanlarda adeta bir peyzaj gibi resmedilen İstanbul çok gerilerde kalır. Modern romanda ‘gerçek’, acımasız ve yalnız bir şehirle tanışırız. Orhan Pamuk’un 2014’te yayınlanan Kafamda Bir Tuhaflık’ı, 1969’dan 2012’ye neredeyse 40 yıllık bir özet sunar. Bu süre zarfında şehir o kadar değişmiştir ki kahramanımız Mevlut, adeta bir masal gibi hatırlar eski günleri. ‘Neredeyse hepsi parke taşı kaplı olan sokaklar şimdi asfaltla kaplanmıştı(r). Şehrin büyük bir kısmını oluşturan, bahçeler içindeki üç katlı evlerin çoğu yıkılmış, yerlerine üst katlarında yaşayanların sokaktan geçen bir satıcının sesini işitmeyeceği yüksek apartmanlar dikilmiş, radyoların yerini geceleri sürekli açık olan ve gürültüsüyle bozacının sesini işitilmez kılan televizyonlar almıştı(r)...’ Bir zamanların, yaşananlar ne kadar ağır da olsa umuda her zaman açık kapı bırakan bakışı da yitirilmiştir. Okur, şehrin sokaklarında klastrofobik bir ruh haliyle dolaşmaktadır artık.

BUGÜNÜN İSTANBUL’U

Ve Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası’yla döneriz günümüz İstanbul’una. Şehir artık kalabalıklar arasında kaybolmuştur. Görmek için aramak, araştırmak gerekmektedir. Ahmet Ümit, şehri polisiye bir kurgu içine yerleştirerek yapar bunu. Bir seri katilin peşi sıra Balat’ı, Samatya’sı, Tatavla’sı, Zeyrek’i, Sarayburnu’yla; Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin izlerini katman katman taşıyan binlerce yıllık sokaklarda dolaşmaya çıkarız. Konstantin, Fatih Sultan Mehmet, Kesikbaş Hüseyin Ağa, İbrahim Paşa gibi tarihi karakterler eşliğinde Küçük Ayasofya Camii, Sepetçiler Kasrı, Zeyrek, Şehzadebaşı, Topkapı, Çemberlitaş, Fatih, Süleymaniye ve Edirnekapı’da turistik bir gezi yaşarız adeta.

İstanbul’u anlatan romanların sayısı da, okura söyleyecekleri de bu kadarla sınırlı değil elbette. Her okuma, yeni bir seyahat imkânını içinde saklı tutuyor…


#istanbul
5 yıl önce