|

Sezai Karakoç’la ilk tanışmanın heyecanı

İlk tanışmaları unutamayız. Özellikle de bu kişi fikir ve düşünce dünyamızı inşa etmiş bir büyük düşünür ve şairse. Bu ay Arif Ay, Cihan Aktaş, Kamil Eşfak Berki, Mustafa Kirenci, Necip Tosun, Nurettin Durman ve Şaban Abak önce kitapları üzerinden tanıdıkları, ardından yüzyüze tanıştıkları Sezai Karakoç’u anlatıyor.

Halil Solak
04:00 - 15/12/2021 Çarşamba
Güncelleme: 09:31 - 15/12/2021 Çarşamba
Yeni Şafak
​Sezai Karakoç
​Sezai Karakoç

ARİF AY: Bir direğin önünde hüngür hüngür ağladık

Sezai Karakoç’la tanışmam önce kitaplarıyla oldu. 1968’de Bor Şehit Nuri Pamir Lisesi birinci sınıf öğrencisiyken sık sık dükkanına uğradığım radyo tamircisi ağabeyin (dinî hassasiyetleri nedeniyle ordudan atılmıştı) verdiği, Yağmur Yayınları’ndan çıkan “Sesler” adlı şiir kitabıyla oldu Sezai Karakoç’u tanımam. Şiirler, o güne kadar okuduğum şiirlerden çok farklıydı. Kitabı her okuyuşumda kendimi değişik bir iklimde buluyordum. “Liman eksilen denizi tut / Şehir kuruyan karıncaları topla / Ben ağımı ortasından kestim” diyordu. Bir hevesle şiirler yazmaya başlamıştım bu kitap sayesinde.Liseyi bitirip, üniversite hazırlık kursu için geldiğim İstanbul’da, 1971 yılında Üretmen Han’daki Diriliş Yayınları’nda yüz yüze tanışmış olduk. Sonraki yıllarda her ayın başında Ankara’dan İstanbul’a Edebiyat dergisini dağıtmak için gelişlerimde, Cağaloğlu’ndaki kitapçılara dergiyi bıraktıktan sonra, soluğu Diriliş Yayınları’nda alırdım. Heyecanla, bir solukta merdivenleri çıkarak ziyaretimi gerçekleştirirdim. Kitap dolu daracık mekanda, o, masanın arkasında, ben önünde kısa bir hal-hatırdan sonra “Nuri Bey nasıl?” diye sorardı. Ayrılırken de her defasında selamlarını yollardı Nuri Pakdil’e.

İLK MEYDAN KONUŞMASI

Diriliş Partisi’ni kurduktan sonra her ay Ankara’ya gelir, parti merkezinde konuşmalar yapardı. Bu konuşmaları dinleyenler arasında ben de olurdum.Bir ir gün Sezai Karakoç’un Bursa Fomara meydanında konuşacağı haberini aldık. Beş-altı otomobille Ankara’dan Bursa’ya hareket ettik. Meydana kürsü konmuş, bayraklar asılmış, konuşmacı bekleniyor. Ankara’dan gelenlerin, Bursa il teşkilatından katılanların ve polislerin dışında meydan boştu. Sezai Karakoç kürsüye çıktı, meydanın boş oluşuna aldırmadan, büyük bir asalet ve incelikle konuşmaya başladı. Ankara’dan birlikte geldiğimiz rahmetli Necdet Konak’la ikimizi bir ağlama tuttu ki anlatamam. Bir direğin önüne çömelip hüngür hüngür ağlamıştık. Bu konuşma, sanırım Diriliş Partisi’nin ilk meydan konuşmasıydı. Sezai Ağabey’i kürsüde görmenin hüznü mü, meydanın boş oluşunun verdiği gariplik duygusu mu, her ne ise hüngür hüngür ağlamıştık o gün.


CİHAN AKTAŞ: Hoş sohbetti, herkesle ilgilendi

70’lerin ikinci yarısında, eğitim gördüğüm yatılı okuldan tatil için İstanbul’daki evimize geldiğimde, ağabeyim Ümit Aktaş’ın aldığı yeni dergiler ve kitaplar çıkardı karşıma. Merak ve heyecan içinde okuduğum dergi ve kitaplar arasında Sezai Karakoç’a ait olanlarda bir başkalık bulurdum. Şöyle kavrıyordum “Diriliş”i: Ne yaparsak yapalım şimdi aynı zamanda ahirette yaşıyor ve her fiil ve sözümüzle ahiretimizi biçimlendiriyoruz.

80’lerde ve 90’larda Cağaloğlu’nda çok zaman geçirdim. Karakoç’un o dönemde ofisinin bulunduğu Üretmen Han’a da çok girdim çıktım. Fakat nedense tanışmak için kapısını vurmaya bir türlü cesaret edemedim. Ziyaretçilerine, ‘Ben türbe miyim ki,’ diye bağırıp çağıran ya da somurtarak tek kelime etmeyen hatta onları pekala kovmaktan beter hale getirebilecek, aksi bir üstat tipi resmediliyordu, konu açıldığında. Galiba karşısına, yeterliliği konusunda az çok razı olabileceğim bir metinle çıkmak istiyordum.

1981 olmalı, Süleymaniye’de bir yatılı kursta yaz boyu Kur’an ve İslam kültürü üzerine dersler almıştım. Nişanlı bir kursiyer, elinde Sezai Karakoç kitaplarıyla gezinirdi bahçede. Nişanlısının Karakoç şiiri okumayan kadınları küçümsediğini söylemişti bir konuşmamız sırasında. Böyle bir yargıya ileride de farklı şekillerde rastladım. Karakoç okurluğu bir miyardı. 2008’de bir Karakoç Sempozyumu’nda okunan “Monna Rosa’nın 80 Kuşağı Üzerindeki Etkisi” başlıklı yazıyı benzeri izlenimlerle kaleme almıştım.

Üstadı ziyaret ancak 2000’lerin ortasında nasip oldu, Gerçek Hayat’a 16 Mart 2005’te “Diriliş Mimarı’na Saygı” başlığıyla anlatmıştım. Eksik olmasın, rahmetli Asım Gültekin’in düzenlediği bir ziyaretti. Hiç de bahsedildiği gibi yaşlı ve aksi bir üstat değil, karşısındaki insanı dinlemeye önem veren dinamik bir düşünürdü. Hoşsohbetti, herkesle ilgilendi, hepimizle, boşalan çay bardaklarıyla, misafir çocuk ve bebeklerle. Biraz kırgındı ama küskün olduğu izlenimi uyanmadı bende. Sonraki yıllarda bazen Asım’la bazen Diriliş Partisi’nden arkadaşım Çağlayan Ömerustaoğlu’yla ziyaretlerimi sürdürdüm. 2019 yılında, Çağlayan’la iftar sonrası ziyaretimizde, şehirlerimizdeki yapılaşmaya bağlı yığılma ve büyümenin kaçınılmaz olduğu görüşü üzerine düşüncelerini sormuştum. Yapılaşmaya dayalı büyümenin hiç de kaçınılmaz olmadığı görüşünü ayrıntılı bir şekilde izah etmişti. “At oynatılacak bir alan değildir şehirler,” diyordu.

Sadece “İkinci” olanı değil sürekli “yeni”yi gözeten ve tartışan bir teyakkuz halinin altını çizmeliyim. Bugüne ve geleceğe çok şey söyleyen Köşe’yi 1956’da, Balkon’u 1958’de yazdı. Bir konuşmasında, elli yıllık planlardan yoksunluğumuzdan söz etmişti. Kızlarım için bir tavsiye istediğimde ise, “Klasikleri okusunlar,” demişti. Rahmetle anıyorum.


KAMİL EŞFAK BERKİ: Tanımadan eserlerindeki içsesle tanış olmuştum

Sezai Karakoç ismiyle Prof. Mehmed Kaplan’ın Nesillerin Ruhu kitabında karşılaşmıştım. Türk Edebiyatı profesörü Cumhuriyet dönemindeki şiirin bir serimini yaparken bir de dindar olduğu halde üstelik serbest vezin ile yazdığı şiiriyle muhafazakâr değerlerin aruz ve hecenin dışında da şiirde mümkün olduğunu ispat eden bir şairden söz ediyordu: Sezai Karakoç. Yazı 1957 tarihini taşıyan bir yazıydı. İlk yazı Körfez üzerinde Onat Kutlar’ındır. Kaplan hoca ilk değerlendiren oluyor. Dayımın oğlunda görüp bir gecede okumuştum. Ertesi gün ecza deposuna Sirkeci’ye geçtim. Eczaneme tetanos aşısı alacaktım. Geçerken M.T.T.B’nin kitap kulübünde camekânda Sezai Karakoç’un kitaplarını gördüm. İlk gözüme çarpan da sanırım Kıyamet Aşısı olmuştu. Yalova vapurunda ilk bu kitaba gitti elim; tetanos aşısı bulamamıştık, Kıyamet Aşısı ile dönüyorduk! Sütun, Ölümden Sonra Kalkış, Gül Muştusu (şiir), Tahanın Kitabı (şiir), Hızırla Kırk Saat (şiir) kitaplarıydı ötekiler. O ara Necip Fazıl’ın Şiirlerim’ini okuyordum. Harıl harıl ama. Kim bilir kaçıncı defa. Necip Fazıl’ın lisede edebiyat kitabında bulunmayışına hayret ediyordum. Bir süre sonra rejim tarafından bir şairden mahrum bırakıldığımızın ayırdına varacaktım. Tuhaf şeydi ve bu bana dokunmuştu. Herkesin dilinde Orhan Veli’nin mısraları. Tuhaf olan, okulda hocalar da hep ona getirirdi sözü. Evet, herkesin dilindeydi fakat abartmıyorum ben bir tat alamıyordum. Basit geliyordu, bir şaşırtmaca muzipliği. Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Faruk Nafiz iç dünyama hitap ediyordu. Tanpınar da öyle. Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip, Ziya Osman Saba, Asaf Halet okurdum fakat Orhan Veli şiiriyle aram iyi değildi. İkinci bir skandal şuydu: Atilla İlhan’dan sonraki şairler de yokmuş kitapta. Milli Eğitim bizi onlardan da habersiz bırakmıştı! Şiirimizde yeni hareketler olduğunu sonradan anladık! Geç kalmamış, geç bırakılmışız! 1969-72 arası Necip Fazıl ve Sezai Karakoç okuyordum. Belirtmem lâzım: serbest şiiri yargılamazdım fakat bir alışma süreci geçti. Sezai Karakoç şiiri gittikçe sarıyordu. Yalova kitabevinden Üvercinka’yı almıştım. Babamın hukukçu dostu Ziya ağbi gelmişti. Yirmi yıldır görüşememişler. Dersleri falan sordu. Şiir yazıyorum dedim hoşuna gitti. Ziya ağbi dedim olağanüstü şahâne bir şiir var: Mona Roza! Yüzünde bir tebessüm, memnun memnun bizimkilere bakıyor: Sezai benim ortaokul arkadaşımdır demesiyle ben başlıyorum sorulara. Bir muhabbet yayıldı odaya. Bizimkiler de şaştı kaldılardı. 1973 Kurbanında Ankara’ya dedemlere gitmiştim. Ahmet Bayazıt’a Sezai Karakoç’u ziyaret arzumu açtım. Ziyaretçi kabul eder mi diye de sordum. Maliye Bakanlığı’nda olduğunu biliyordum. İçi sevgi dolu, anlayışlı ve hilm sahibi Ahmet, “Beraber gideriz tabii ama bayramın ikinci günü Balin Oteli’nde bayramlaşmamız var orada seni tanıştırırım” deyince rahatladım. On kişi kadar varız, az sonra heyecanla Sezai ağabey diye kalkıldı. Hepimizin ayrı ayrı bayramlarımızı kutluyor, rahmetli Ahmet adımı söyledi, şiirlerimin yayınlandığını belirtti, Sezai bey memnun oldum dedi. O gün o anlattı biz dinledik. Sık sık: ‘’Kesseler dönmeyecek adam lâzım’’ diyor, sonra gözlüğünü düzeltiyor, aynı sözü tekrarlıyordu. İki üç defa oldu bu. Bir ara Varlık dergi ve yayınları satışa çıkarılıyormuş, duyanınız var mı diye sordu. 5 milyon istiyormuş Yaşar Nabi. O gün için çok yüksek meblâğ tabiî. O kadar para olsa bizler kurardık, yayınevi gerekiyor, deyişindeki ciddiyet gözümün önüne geldi şimdi. Orta boyda, kıvırcık saçlı (Monna Rosa’da geçer) vakarlı, resmî edalı fakat içtenliği de besbelliydi. Derin bakışları, ‘’biz Müslümanız biz idealistiz’’ bakıyordu adeta. Ben, tanımadan eserlerindeki içsesle tanış olmuştum, İslâmı öyle bir anlatışı vardır ki. Ben mahrum bırakıldığımız manâlara kavuşmayı yaşıyordum. Sezai Karakoç’un Diriliş tezinde çağımıza daha derinden önerildiğini görüyordum. Bir ülkü olarak İslâm. İrade, azim ve sebat sahibi bir kişilikti gördüğüm o gün Ankara’da. 1974’de fikir suçlarına (!) da af çıkınca İstanbul’a döndü. İki ay boyunca bugün Sur’daki Ortadoğu İslâm Birliği için yazılarını yazdı. Ekim’de Diriliş’i yeniden çıkardı. Rahmetli Tahir Yücel ile gittik. O, beni hatırlattı. ‘’Evet tanışmıştık ama bir yıldır görüşmedik’’ dedi. Dylan Thomas’ın bir şiirini verdiler. Çevirdim, yayınlandı. Ruhu şâd olsun. Göründüğünden daha büyüktür.


NECİP TOSUN: Ayda bir Sezai Karakoç’u dinliyorduk

Sezai Karakoç ile ilk görüşmelerimiz Ankara’da gerçekleşti. Karakoç’un ilke olarak parti kurmasına karşı çıkanlar bir yandan da Sezai Karakoç’u insani düzlemde dinlemek, onunla karşılaşmak için bir zemin olan partiyi kabullenmişti. Aslında beklenilen gibi oldu. Örneğin parti faaliyetleri çerçevesinde her ay düzenli olarak Ankara’ya geliyordu. Biz de ayda bir Diriliş Partisi’ne gidiyor Sezai Karakoç’u dinliyorduk. Ancak Sezai Karakoç’u dinlemeye gelenlerin büyük bölümü partilileşmeye karşı olan ve gündelik siyasetten uzak insanlardı. Herkes onu yazar, düşünür, edebiyatçı kimliği ile tanıyor ve seviyordu.

Biz Mehmet Durlu ile birlikte bazen erkenden gelip teşkilatı açıyor, ortamı Karakoç’a hazırlıyorduk. Sezai Karakoç’u dinlemeye gelenlerin çoğu Ankara’nın yazar, çizer insanlarıydı. Arif Ay, Necdet Konak gibi pek çok kişi.

Sezai Bey hiçbir şekilde bir siyasetçi karakterinde değildi. Bir kez konuşma öncesi “Aramızda gazeteci var mı?”, “konuşmalarımız kaydediliyor mu?” diye sorduktan sonra olmadığını anlayınca rahatlamıştı. Oysa bir siyasetçi eğer orada gazeteci yoksa konuşmaz. Ama Karakoç’un bildik siyasi bir amacı olmadığı bu tavrından belliydi. Karakoç her yerde ‘niçin parti kurdun’ itirazlarıyla karşılaştığı için her zaman niye parti kurduğunun gerekçesini kısaca açıkladıktan sonra konuşmasına başlıyordu.

Buraya gelenlerin hiçbiri ondan siyaset dinlemeye gelmediklerinden söz hep edebiyat, sanat ve kültüre kayıyor ve sorular bu yönde oluyordu. Ben hep hatıralarına yönelik sorular soruyordum. Sezai Bey Batı’daki varoluşçuluk akımından başlayıp Cemal Süreya’ya oradan da şiirin üçgen piramidine geçiyordu. Konuşma bu minval üzerine geç vakte kadar devam ederken birden Karakoç, “Ankara’da bizim Diriliş Partisi’nin hiç ilçe teşkilatı yok, mutlaka olmalı” diyor. O vakit orada bulunanların tamamı başını öne eğiyor çünkü kimsenin parti diye, teşkilat diye bir derdi yoktu. Bu yüzden ortalık sessizliğe bürünüyordu. Karakoç yeniden parti gerçeklerine dönüyordu.


MUSTAFA KİRENCİ: Bütün gençliğimin geçtiği Diriliş benim hayatım oldu

1982 yılı Eylül’ünde İstanbul’a geldim. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü kazanmıştım. Bir yıl öncesinden, Hüseyin Maviş beyden duymuştum Sezai Karakoç adını. Memleketimizdeki görüşmelerimizde Necip Fazıl’dan başlayarak herkese dalga dalga sirayet eden, heyecanlı ve hatibane konuşmalarıyla Sezai Karakoç’un fikirlerini anlatırdı. İstanbul’a gelmeden bir veya iki kitabını okumuştum. 1982 Eylül’üyle birlikte İstanbul artık benim için, eğitimimi yapacağım yer, kısa bir süre sonra da Cağaloğlu yani Sezai Karakoç demek olacaktı. Fakültede ilk yılımın ilk döneminde Beyazıt’ta kitapçıların bulunduğu Beyaz Saray adıyla anılan pasajda bir kitapçıdan bulabildiğim kadar Sezai Karakoç kitaplarını aldım. O zamanlar 25-30 kitabı vardı ve hepsini bir arada bulmak neredeyse imkânsızdı. Üniversitedeki ilk yılımın ilk döneminde bir yandan İstanbul’u tanımaya çalışıyor bir yandan da Diriliş kitaplarını okuyor ve anlamaya çalışıyordum. Kitapları bitirmek için yarıyıl tatilinde memleketime gitmedim. Bazen kaldığım yurdun kütüphanesinde, bazen de Beyazıt Kütüphanesi›nde Çağ ve İlham’ları, Sütun’u, İnsanlığın Dirilişi’ni, Ruhun Dirilişi’ni, Kıyamet Aşısı’nı, Makamda’yı okudum. Nedense Şiirleri’ne sadece ara ara bakmış onları galiba sona bırakmıştım. Monna Rosa’dan ise hiç haberim yoktu. Şubat ayı idi. Kütüphaneden çıkıp şimdi tramvay durağının bulunduğu alana doğru yürürken orada bir gazete bayiinin önünde yazılış tarzıyla diğer gazetelere benzemeyen “Diriliş”le göz göze geldim. Uzanıp aldım, ücretini ödedim. Tek renk ve tek yaprak gazetede güncel haberler resimsiz olarak verilmişti. Diğer gazetelerle hiçbir benzerliği yoktu. Hemen gözlerim, altında Sezai Karakoç imzasının bulunduğu Başyazı’ya takıldı: Köprü Yıkılmışsa (“Köprü Yıkılmışsa” daha sonra dergideki yazılar kitaplaşırken Çağ ve İlham IV Kuruluş kitabına alınmıştır. Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1986, s. 65-67). Hep sakladığım gazetenin o nüshasına şimdi bakıyorum, 7 Şubat 1983, Pazartesi tarihini gösteriyor. Başyazıyı yani Köprü Yıkılmışsa’yı 36 yıl sonra gazete nüshasından bir daha okuyorum. Niçin değişen bir şey yok? Niçin sözler yerini bulmamış? Köprüler yapılmış, geniş geniş yollar açılmış, tüneller iki kıtayı birleştirmiş, ama asıl köprü niçin onarılmamış? Yazının son cümlesi yeni nesiller için, yıkılan köprünün onarılması gerektiğini söylüyordu 1983›te. Yukarıdaki soruların cevabı galiba gelecek nesillerin en başta gelen ödevi olacak. Kader eğer köprünün onarılmasını yeni nesillere bahşederse, 1983’te söylenmesine rağmen niçin köprü bunca yıl onarılmamış sorusunu da öncelikle cevaplandırmaları gerekecek. Yazıyı okuduktan sonra, gazetenin arka sayfasında Diriliş Yayınları’nın listesini ve gazetenin künyesini gördüm. İdare Yeri: Çatalçeşme Sokak, Üretmen Han, No: 29/413, Cağaloğlu. İstanbul’da geçirdiğim yaklaşık 5 ay içinde Cağaloğlu adını duymuş, ama hangi tarafta olduğunu bilmiyordum. Galiba birine sordum, yürüme mesafesindeydi. Üretmen Han, son kat, 413 numaralı kapının önünde, hızla çıktığım merdivenler beni soluk soluğa bırakmıştı. Kapıyı tıkladım, içerden gelen sesle kolu çevirip, kapıyı araladım. İşte neredeyse hayatımın, bütün gençliğimin geçtiği Diriliş hayatım böyle başladı. Şimdi düşünüyorum da “o an” hem geçmişi hem de geleceğimi gösteren ve her ikisine de hükmeden bir rasat kulesi olmuş hayatımda. Bu ziyaret ve Diriliş’le ilgili olarak bundan sonrası çok daha büyük bir konu. Kaleme alınabilir mi Allah bilir...


NURETTİN DURMAN: Hissettirmeden izlerdim bu büyük şairimizi

16 Mayıs 1982 – Pazar, Beylerbeyi. Sağanak halinde yağmur yağıyordu. Dört kişiydik. İkindi namazını Hamid-i Evvel Camii’nde kıldık. Camiden çıktığımızda yağmur dinmişti. Sezai Karakoç fırına doğru gidiyordu. Gelin, dedim. Yakaladık şairi. Fırın kapalı, Sezai Bey dönüyordu. Yeni bir uygulama mı olacaktı ne pazar günleri diğer esnaflar gibi fırınların da kapanacağı hakkında. Genç arkadaşlar Sezai Beyin Beylerbeyi’ne taşındığını öğrenmişler çoktandır tanışmak istiyorlardı. Köşeyi dönüp Çamlıca Caddesi’ne sapacaktı ki önünü kestim. Selam verdim. Ağabey, gençler sizinle tanışmak istiyorlar, dedim. Durakladı. Çetiner İlter, mühendis. Orhan Karabul, Edebiyat Fakültesi Türk Dili, pardon, İngiliz Dili ve Edebiyatı. Abdüssamed Bıyık, lise ikide. Böyle birer birer tanıştırıyorum genç arkadaşlarımı ayaküstü. O arada heyecanlanmış, Türkçeyle İngilizceyi karıştırmıştım. Zira Orhan Karabul arkadaşımız İngiliz filolojisinde okuyordu. Biz daha önceden tanıştırılmıştık Sezai Beyle. Belki bir yıla yakın bir zamandır Beylerbeyi’nde oturuyor Sezai Karakoç. Dükkânın önünden öyle geçip gider ve ben de hissettirmeden izlerim bu büyük şairimizi. Gıptayla izlerim, sevgiyle izlerim. Ama çıkıp, efendim, buyurun bir çayımızı için, deme cesaretini gösteremem. Bir gün Yüksel Kanar ile caddede yürürlerken ben de dışarı çıkmış ve Yüksel Kanar Bey dükkânın önünde tanıştırmıştı beni Sezai Bey ile. Bu tanışıklıktan yararlanarak bir konuşma, bir sohbet etme imkânı arıyordum.

—Vaktiniz varsa biraz oturup konuşmak istiyoruz, pastanede veya yandaki kahvede. Ama rahatsız etmiş olmayalım.

—Yok, Estağfirullah, eve gidiyordum.

—Ekmek alacaktınız, ben bakayım. Lokantadan veya evden getireyim, dedim.

—Evde vardır biraz. Önemli değil, dedi. Yalıboyu Caddesi’nde fırının yanındaki kahveye doğru yürüdük.

Oturur oturmaz, daha doğru dürüst bir soluk almadan Çetiner İlter arkadaşımız kötü bir giriş yaptı. Zaten biraz fazla konuşkan bir meziyete sahiptir Çetin, söyleyeceği lafı pattadak söyler.

—Diriliş dergisi neden kapandı, satmıyor muydu yoksa kaç adet basılıyordu?

—Ne yapacaksın kaç adet basıldığını? Her şey maddi yönden düşünülmez, dedi. Sezai Bey.

Yüzümün kızardığını hissettim. Çünkü yüzüm yanmaya başlamıştı. Gerçi Çetin arkadaşımızın sohbete girişi iyi olmadı ama sohbete bir canlılık getirdi. Sezai Bey kızmıştı bu haddini bilmez giriş karşısında. Çaylar geldi. Sohbet koyulaştı. Dergiden, derginin çıkışından, kapanışından, okurun ilgisinden, beklemesini bilmekten söz açıldı. Sezai Bey konuştu biz dinledik.


ŞABAN ABAK: Karakoç’la asıl tanışma

Üstad Sezai Karakoç’la önce kitapları üzerinden ortaokuldayken tanıştım diyebilirim. Erzurum Lisesi’nde parasız yatılı okuduğum dönemde biri bana “Diriliş Neslinin Âmentüsü” kitabını vermişti; iç kapağında “Ülkü Ocakları Derneği Erzurum Şubesi” kaşesi vardı. Anlamakta çok zorlandığım o kitabı yine de iki kere okumuştum.

Hemen herkes gibi ben de lise yıllarında teksirle çoğaltılmış ünlü “Mona Rosa” şiirinin dört bölümünü birden ezberlemiştim. Bunu Karakoç’un en önemli şiiri zannediyorduk, çünkü Körfez’i, Şahdamar’ı, Hızırla Kırk Saati henüz bilmiyorduk. O sırada henüz kitaplarına girmemiş Mona Rosa’ları ise Ankara SBF’de birinci sınıf öğrencisiyken ve sadece 18 yaşındayken yazmıştı, bunu da sonra öğrendik.

KOŞARAK DERGİYE GİTME FİKRİ

Üniversite yıllarında şiir kitapları ile edebiyat üzerine yazdıklarını okudum. 1987’de Ankara’dan İstanbul’a taşınıp yeniden okula başlamıştım. Aynı yıl “Diriliş Dergisi” bu sefer haftalık olarak çıkmaya başlayınca her sayısını kaçırmadan alıyordum ve daha “Başyazı”yı okurken koşarak dergiye gitme fikri aklımdan geçiyordu. Ancak beni bundan alıkoyan bir eksiğim vardı; henüz bütün eserlerini okuyup bitirememiştim. Çünkü böyle büyük bir şahsiyetin huzuruna, yazdıklarının bütününü okumadan çıkmayı büyük bir saygısızlık olarak görüyordum. Nihayet 2 yıl içinde o zamana kadar basılmış bütün kitaplarını ve dergilerdeki yazılarını okuyup bitirmiştim ki kendisinin bir siyasî parti kurmak için hazırlıklara başladığı haberini şaşırarak duydum. Hayret içinde kaldım!

Sezai Karakoç ve “parti” düşüncesi, o güne kadar bildiğim, düşündüğüm ne varsa hepsinin adeta yeniden formatlanmasına sebep oldu. Zihnimde ve gönlümde olan ne varsa boşaldı, Karakoç’un aksiyonuyla yeniden dolmaya başladı. 1989’un başlarıydı, Diriliş’te yazan arkadaşlarım Halil İbrahim Kaymak ve Mevlâna İdris Zengin’in refakatinde Cağaloğlu’nda derginin yazıhanesine gittik. O tarihe kadar hiç fotoğrafı yayınlanmamış olduğu için Sezai Karakoç’u orada bulunması muhtemel başka insanlarla karıştırma kaygısı yaşadığımı bile hatırlıyorum.

Odaya sessizce girip baş selâmı verip oturduk. Sonra sık sık, günaşırı, bazen her gün gider oldum.

KARŞILIKLI SUSTUK

İlk bir-iki yıl galiba hiç konuşmadım, karşılıklı konuşmadık. Baş selâmı verip otururdu gelenler, Üstad “hoşgeldiniz” derdi, bir şey sorarsa cevap verirdik. 1990’da Diriliş Partisi kurulunca haftalık “basına ve halka açık” sohbet toplantıları başladı. 90-97 arası Şehzadebaşı’ndaki bu toplantıları hemen hiç kaçırmadım.

Sezai Karakoç’la yakın tanışmamız ise, 1993’te birlikte 5 gün süren bir Anadolu yolculuğuna çıktığımızda oldu. Karakoç, Genel Başkan sıfatıyla ve Kurban bayramı münasebetiyle partinin bazı il ve ilçe teşkilatlarına bayramlaşma gezisi yapacaktı. Sadece 10 kişiyle planlanmış bu geziden haberim olunca “ben de gelebilir miyim!” diye atıldım. Üstad, büyük bir incelikle, “Bayram namazını kılıp yola çıkacağız, erken gel” diyerek kabul etti. Ertesi sabah yola çıkacağımız zaman beni kendi arabasına davet etti. Arabayı yeğeni Abdülaziz Karakoç kullanıyordu. 4’er kişinin oturduğu diğer iki arabayı da Mustafa Kirenci ile Yener Sonuşen kullanıyorlardı. Arabalar bu andığım kişilerin kendi arabasıydı, Sezai Karakoç’un ve partinin bir arabası yoktu ve hiç olmadı da.

İstanbul’dan başlayıp kuzey Karadeniz yoluyla Giresun Görele’ye kadar uzayan, oradan tekrar Samsun, Kırıkkale, Ankara, Eskişehir ve Bursa üzerinden İstanbul’da biten bu 5 günlük yolculuğu daha sonra detaylarıyla yazacağım inşallah.

BÜTÜN RUHUYLA İSLAMI YAŞIYORDU

Şimdilik şu kadarını söylemek isterim ki Sezai Karakoç, yazıp söyledikleriyle, yapıp ettikleriyle, ilgileriyle, neşesi ve hüznüyle kısaca tüm varlığıyla alıp verdiği her nefeste sadece İslâm’ı; bütün ruhuyla İslâm’ı yaşıyordu. Yaratan’ı ve yaratılmış evreni fizik ve metafizik cephesiyle yüksek bir kavrayışla idrak etmiş ve bunu sanki sıradanlaştırmıştı. Olağanüstü’yü olağan biçimde yaşıyordu. Ne bu yolculukta ne başka bir yolculukta ona ayak uydurmak mümkün değildi.

Bir sabah namazı için mola verdiğimiz yol üstündeki bir köyde (Kayı Köyü), henüz inşaatı tamamlanmamış köy camisinin önünde tek başına dikilen 10 yaşlarında bir çocuk gördük karanlığın içinde. Üstad Karakoç, yanına yaklaşıp çocuğa selâm verdi. Üşümemek için babasının ceketini giymişti, elleri görünmüyordu. Aralarında bir konuşma geçti, biz biraz geride durduğumuz için hepsini duyamıyorduk. Karakoç, hafif öne eğilmiş, çocukla göz teması kurarak sorular soruyordu. Bir ara çocuğun “Ben bekçiyim; buranın bekçisiyim!” dediğini duyduk. Büyükler namaza girince yol kenarı olması bakımından ihtiyaten çocuğu inşaat malzemelerinin yanına bekçi dikmişlerdi. Fakat çocuk gerçek bir ciddiyetle, inanılmaz bir özgüvenle ve cesurca bu “kutlu görev”ini benimsemişti ve elbette çok başarılıydı!

Namazdan sonra yola devam ederken Sezai Karakoç’un adeta sesi titreyerek, vecdiçinde ve görülmedik bir neşeyle konuştuğunu fark ettik. Gördüklerimizin “gösterge değeri”ne dikkatimizi çekip neredeyse her unsuru açıkladı ve yorumladı. Anadoluda bir köyde halkın kendi imkânlarıyla malzeme alıp kendi camilerini inşa etmekte oluşlarından ve sıradışı yiğit “bekçi”deno kadar mutlu olmuştu ki Üstad, hepimizi şaşırtacak biçimde çocuksu bir neşe ile meşhur bir çocuk şarkısının sözlerini tekrarlayıp durdu.

  • “Sen ne güzel bulursun
  • Gezsen Anadoluyu
  • Dertlerden kurtulursun
  • Gezsen Anadoluyu!”

Bu yolculukta bir bakıma üstad da bizleri tanımış oldu, tanışmış olduk. Vefatına kadar 30 yıl boyunca hiç irtibatı kesmeden Partide, Diriliş dergisinin yazıhanesinde, akşamları evinde ziyaret edip sohbetlerini dinledim.

1993’te yapılması kararlaştırılan fakat sonradan iptal edilen ara genel seçimde Yüksek Seçim Kurulu’na sunmak üzere beni de milletvekili aday listesine almıştı. Fakat milletvekilliği için askerlik yapmış olmak şarttı. Belgelerimi hazırlayıp getirmemi istediğinde, uzayan okulum ve yüksek lisansım sebebiyle henüz askerlik yapmadığımı söyleyip affımı istedim. Hem üzüldü, hem biraz kızdı ve “Bir an önce askerliğini yap!” dedi bana.

“İnsan, şüphesiz eserindedir” derdi. Bunu yazmıştır da. Büyük şair ve düşünür Sezai Karakoç, yüksek İslâm ahlâkıyla, vakar ve alçakgönüllüğüyle yücelerin yücesi bir insandı, fakat o da“asıl eserindedir”. Onu gerçek büyüklüğüyle tanımak isteyenler, milletimize armağanı olan büyük eserine; Diriliş külliyatına bakmalıdırlar. Son kitabından ilkine doğru bir okuma sıralamasını tavsiye ederim.

#Sezai Karakoç
#Arif Ay
#Cihan Aktaş
2 yıl önce