Hilmi Yavuz'un din, siyaset, toplum bilim, ruhbilim ve felsefe alanında çalışanlara yol gösterici bir nitelik taşıyan 'İslam'ın Zihin Haritası'nın ardından 'Türkiye'nin Zihin Haritası' adlı kitabı okuyucuyla buluştu. 'Türk Kültürü Üzerine Kuşatıcı Bir Söylev' alt başlığını taşıyan kitabın sunuş yazısında, “İslam büyük ve muhteşem bir medeniyetse eğer, Osmanlı da büyük ve muhteşem bir kültürdür. Bu mirasın, her nasılsa, bugün bize yaşayarak kalanı ile yetinsek bile, bu onun büyüklüğünü, sezgisel düzeyde de olsa, idrake yeterlidir diye düşünüyorum” ifadelerini kullanan Hilmi Yavuz, Osmanlı'nın estetik ve entelektüel mirasının sistemli, kavramsal ve analitik bağlamda yeniden inşa edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu bağlamda, Osmanlı kültürü ve kimliğini merkeze alan yazar, dönemin aydın ve entelektüelleri, edebiyatı, saray ve kent kültürü gibi konuları ele alınıyor. Türk modernleşmesinin kendi insanını 'ötekileştiren' bir oryantalizm olduğunun altını çizen Yavuz, “Değişerek devam etmek ya da devam ederek değişmek. Bugün gelinen aşama, imtidâd'ın sonudur. Artık ne değişerek devam ediyoruz, ne de devam ederek değişiyoruz!” diyor.
Türk modernleşmesinin kendi insanını 'ötekileştiren' bir oryantalizmden başka bir şey olmadığını, yıllardan beri ısrarla vurguluyorum. Bugünün 'modernleşmeci' kimliği, ötekileştirmeyi, aşağılayıcı bir söylemle dile getirerek, modernleşmenin oryantalizm olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: 'Göbeğini kaşıyan adam', 'Büfeci İslamı' yakıştırmaları tam da, bunu gösteriyor. Modernleşmenin oryantalist bir ideoloji olarak temellükü, batılılaşma sürecinin nesebinin ne kadar gayrı sahih olduğunu göstermiyor mu sizce?
Ölüm, bütün dinlerde olduğu gibi, İslamda da, muhalled bir meseledir. Kur'an, ölünün 'tadılan' (zaika'ya ait) bir şey olduğunu bildirir bize. Tat, acı ya da tatlı (ekşi, tuzlu, kekremsi) olabilir. Kur'an, ölümü, tatma duyusu ile ilişkilendirerek yaşanır (yaşanan) bir olguya dönüştürüyor. Ve onun ne tatta bir ölüm olacağının anlaşılabileceğini buyuruyor.
Wittgenstein, 'ölüm, yaşanmaz' diyordu. Kur'an, ölümü hayatın içine yerleştiriyor. Dolayısıyla, Müslüman insan için, ölüm eskatolojik bir mesele değildir;- bu Dünya'nın meselesidir. Dolayısıyla, İslam'ın, ölümle bu anlamda; yani Dünyevi bir mesele olarak ilgilenmesini, anlaşılabilir buluyorum. Ama elbette İslam medeniyeti bir 'ölüm medeniyeti' değildir. İsmail Beliğ, ölümü, her ölüme ayrı bir dilsel atıfta bulunarak ebedileştirir. Ölümün şiiri, İslam'da en yetkin ifadesini, meselâ Bakî Efendi'nin Kanunî'nin ölümü üzerine yazdığı mersiyede bulur. O şiir, başlı başına bir medeniyettir.
Osmanlı'da örfî hukukun kurumsallaşması Fatih Kanunnamesi ile başlar. Meşruiyetini Allah'tan alan şer'î hukukla, meşruiyetini Sultan'dan alan örfî hukukun birlikteliği, Osmanlı hukuk düzeninin yarı-laik, yarı-şer'î bir düzen olduğunu gösterir. Yani Osmanlı ne tam manasıyla laik, ne tam manasıyla bir şeriat devletidir. Bugün Türkiye'de, laiklik, hukuktan ziyade, politik bir meseledir. 'Dinin devlet işlerine karışmaması' biçiminde tarif edildiğinde laikliğin, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi, tamamlanmamış bir sistem görüntüsü verdiği söylenebilir: Dinin devlet işlerine müdahalesi yasaklanmıştır, ama devletin dine müdahalesine (türban olayında olduğu gibi) pekâlâ cevaz verilebilmektedir. Türkiye'de laiklik konusuna dair, yasalar, hiçbir meşruiyeti olmayan örfî hukuk gibi işletiliyor. Mesele bu!
'Osmanlı Rönesansı' deyişi, dediğiniz gibi, aziz dostum Prof. Dr. Walter Andrews'a ait. Ben, daha ziyade, 9. ve 10. yüzyılların İslam rönesansını, Abbasiler dönemini hatırlatmaktan yanayım. İslam medeniyeti, bir entelektüel ve estetik medeniyet olarak o dönemde, Bağdat'ta başlar. Amerikalı işgalcilerin Bağdat'ı Vandalca yağmalamalarının bu rönesansın izlerini ve kalıntılarını silip yok etmek gibi bilinçli bir gayesi olduğunu düşünmek için ciddi nedenler vardır. Bu rönesansı bir medeniyet olarak yeniden üretme işi de, İslam burjuvazisine düşüyor.
Tanzimat'la başlayan zihin bölünmesi, bir yandan modern öte yandan da geleneksel bir aydın soykütüğü inşa eder. Şinasi'nin Batıcılığı, bugün Türkiye'de Marksizm ve Kemalizm biçiminde kendisini yeniden üretmiştir. Öte yanda ise muhafazakâr İslamcı aydınlar var. Liberallerin ve Demokratların, Kemalizm ve Marksizmle ittifat kurmaları mümkün değil. O nedenle de, soykütüğünde Kemalistler ve Marksistlerle, gelenekselciler dışında, kendilerine ait bir soykütüğü olmadığı için, muhafazakârlarla geçici bir ittifak halinde görünüyorlar. Bu ittifak ne zaman çözülür, -bilinmez. Ama Ergenekon'un bu ittifakı konsolide ettiğini biliyoruz.
Türk kültürünün kökenleri konusunda genellemeler yapmak son derece sakıncalı ve tehlikelidir. Tehlike, kökeni etnisitede temellendirmekten ileri geliyor. Sakınca ise, her genellemenin, kaçınılmaz olarak eksik olmasından…
Kitle kültürünün ne göçebelik/yerleşiklik ne de saray/halk problematikleriyle ilgisi var. Aslında, kitle kültürü ya da lumpen kültür, bu toplumda var olan, bütün ikili karşıtlıkların (binary oppositions) temelindeki modern/ geleneksel problematiğinin olumsuzlanmasıdır: Sahih kültür hem o hem öteki ise, lumpen kültür ne o ne ötekidir.
Yahya Kemal'in 'imtidâd' diye adlandırdığı durum: Değişerek devam etmek ya da devam ederek değişmek. Bugün gelinen aşama, imtidâd'ın sonudur. Artık ne değişerek devam ediyoruz, ne de devam ederek değişiyoruz!