|

Varlığın metafizik iklimi

Kelâm sahasının ustalarından olan Ömer Türker’in kaleme aldığı eser, İslâm felsefesi geleneğinin bütün araştırmalarının temelini oluşturan bu ortak çerçeveyi belirginleştiriyor. Eserde filozoflar arasındaki müşterek noktaların zikri ile birlikte ciddi görüş ayrılıklarına da yer verilmiş. Felsefe geleneğinin varlık tasavvuru, bu tasavvurun kelâm ve tasavvuf geleneğine etkisi de ele alınıyor.

04:00 - 15/04/2019 Pazartesi
Güncelleme: 12:41 - 14/04/2019 Pazar
Yeni Şafak
​Varlığın metafizik iklimi
​Varlığın metafizik iklimi

SAMET TINAS

Modern felsefenin kurucu isimlerinden Descartes felsefeyi bir ağaca benzetir. Onun telâkkisine göre felsefe ağacının gövdesini fizik, dallarını diğer bilimler teşkil ederken köklerini metafizik oluşturmaktadır. 20. yüzyılın filozoflarından Martin Heidegger ise kökleri metafizik olan bu ağacın, köklerini hangi toprağa saldığı sualini sorar. Cevap olarak ise ‘varlık toprağını’ verir. Bunun üzerine Batı dünyasını ‘var olanlarla’ ilgilenmekten ‘varlığın’ kendisini ıskaladığını belirtir.

İslâm dünyasında ise her şey ontolojiktir. Kelâm, tasavvuf ve hikmet (felsefe) ile meşgul olan Müslümanların hemen hepsi varlığı bir bütün olarak telâkki etmiş ve küllî anlayış üzerinden düşünce dünyalarını inşa etmiştir.

İslâm dünyasında felsefe, tercüme faaliyetleri ile teşekkül ettiğinden mukaddimun-müteahhirun ayrımı yoktu. Yani öncesi Yunan felsefesine dayanır ve oradan alınan bilgiler intibak ettirilirdi. İslâm dünyasındaki felsefe geleneği, İslâm düşüncesinin kendisine has problemlerini tevarüs ederek bu sorunlara felsefî çözümler getirmeye çalıştı. Kendi içinde zaman zaman kökten farklılıklar barındırmasına rağmen bu geleneğin araştırmalarını yürüttüğü müşterek bir çerçeve oluştu. Usûlde ortaklığı varsayan bu çerçeve varlık anlayışı yahut ontolojinin temellerini oluşturdu.

ORTAK ÇERÇEVE BELİRGİNLEŞİYOR

Kelâm sahasının ustalarından olan Ömer Türker’in kaleme aldığı eser, Kindî, Fârâbî, İbn-i Sinâ, İbn-i Bâcce, İbn-i Tufeyl, İbn-i Rüşd, Sühreverdî, Esirüddin el-Ebherî, Kutbüddin er-Râzî ve Molla Lütfi gibi pek çok önemli filozofu bünyesinde barındıran İslâm felsefesi geleneğinin bütün araştırmalarının temelini oluşturan bu ortak çerçeveyi belirginleştiriyor.

Eserde filozoflar arasındaki müşterek noktaların zikri ile birlikte ciddi görüş ayrılıklarına da yer verilmiş. Felsefe geleneğinin varlık tasavvuru, bu tasavvurun kelâm ve tasavvuf geleneğine etkisi de ele alınıyor.

Türker hoca, İslâm düşünce tarihinde varlık kavramı hakkında yapılan münakaşaları dört temel problemde topluyor. Bunların ilki varlık tasavvurunun bedîhî yani “açık, âşikâr” olup olmadığıdır. İkicisi varlığın tarifi üzerindeki tartışmadır. Üçüncüsü varlığın şeylere yüklem olup olmadığı, oluyorsa nasıl olduğudur ve sonuncusu da varlığa denk mefhumların varlık ile olan münasebeti… Bu problemlerin hepsinde varlıktan kasıt, bir nesnenin idrâk eden zihin dışındaki sübutudur. Aslında varlık bir algılama biçimi olarak dış dünyada tezahür eder. Öyleyse dıştaki sübut bir yanılgı mıdır yoksa hakikat mi?


KELÂM, TASAVVUF VE FELSEFE

Eserde birbirine çok yakın olan disiplinler olan kelâm, tasavvuf ve felsefenin varlık tasavvurlarının birbirini nasıl etkilediği, neleri tevarüs ettiği, bilhassa İbn-i Sinâ elinde olgunlaşma safhası detaylarıyla anlatılıyor. 13. yüzyıl felsefesinin geniş coğrafyalara yayılması bir başka kırılma noktasını teşkil ediyor. Bu yüzyıldan itibaren kelâmcılar, aynı zamanda birer İbn-i Sinâ şârihi olarak temayüz etmişlerdir. Hatta bu asırda felsefe ile kelâm kitaplarını yazanlar neredeyse tamamıyla aynı düşünürler olmuştur. Kitapta, bunlar örnekleriyle gösteriliyor ve İbnü’l-Arabî geleneğine mensup sûfîler için de tasavvuf ve felsefe meseleleri söz konusu olduğunda benzer bir hükme varılıyor.

Eserde varılan netice, kelâm geleneğinin temel kabullerini dikkate alan filozofların, varlık araştırmalarında üç şeyi başardıklarıdır. Bunlardan ilki tevarüs edilen kadîm varlık düşüncesinin teorik zemininin mükemmelleştirilmesi… Artık İslâm felsefesinin insan ve varlığa dair bilgisi derinleşmiş ve diğer çalışmalara teorik bir çerçeve hazırlanmıştı. Buradaki en büyük çizgiyi İbn-i Sinâ çekmiş ve artık ona atıf yapmadan, onun temel fikirleri zemininde konuşulmadan varlık üzerine bir değerlendirme yapılamaz olmuştur.

İkinci başarı kadîm dünyadan tevarüs edilen birikim ile dinî düşünce akımlarının naslardan hareketle oluşturduğu varlık tasavvuru arasındaki irtibatı kurmalarıdır. Felsefenin tabiatından kaynaklanan soyut nefs teorisi, madde-suretçi teorik fizik, illet-malûl ilişkisine göre inşa edilmiş Tanrı tasavvurunun Kur’anî naslarla tezat teşkil etmemesine itina edilmiştir.

Üçüncüsü ise Gazzâlî sonrasında kelâm ve tasavvuf geleneğini yenileme ve dönüştürme işlevi görmesidir. Bu bağlamda İbn-i Sinâ sonrasında iki düşünürün İslâm düşünce tarihinde etkili olduğu ve düşünce tarihine yön verdiği söylenebilir: Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Arabî. Bunlardan Râzî yenileyici, İbnü’l-Arabî dönüştürücüdür. Ömer Hoca’ya göre “İbnü’l-Arabî felsefe veya kelâmdan etkilenmiş olmaktan ziyade her iki geleneği de tevarüs etmiştir. Vahdet-i vücûd, sudûrcu metafiziği son aşamaya ulaştıran, İbn Sinâ’nın mahiyetlerine yurt bulan, Mutezile’nin mümkün madûmlarını sağduyu için kabul edilebilir hâle getiren ve Eşarîlerin kesb teorisinin ontik zeminini oluşturan bir teori olarak görüldüğünde hakkıyla kavranabilir. Eskilerin tâbiriyle havassa hitap eden, kitap sevdalılarını düşünce ufuklarında dolaştırıp, zihni çalıştırmaya davet eden eser, okuyanları bir doyuma sevk ediyor. İlim bu olsa gerek…

#metafizik
5 yıl önce