|

Yazdığı yetmez mi bir yazara/sanatçıya?

Mahir Ünsal Eriş’in Sarıyaz’ı rahat ve güzel anlatımıyla dikkatleri üzerine topluyor. Bu temiz dilin iki kaynağı var. Birincisi anlattığı, üzerine hikâyeler bindirdiği kişilerin dünyasına alabildiğine vâkıf olması. Onları kendi dil dünyaları ile birlikte verebilmesi. Fakat hikâyelerinde ‘işte bu fazla’ dediğimiz noktalar da var.

Haber Merkezi
04:00 - 15/07/2019 Pazartesi
Güncelleme: 13:18 - 14/07/2019 Pazar
Yeni Şafak
Mahir Ünsal Eriş
Mahir Ünsal Eriş

NECMETTİN TURİNAY

Mahir Ünsal Eriş’in Sarıyaz’ı okunurken, bıraktığı ilk intiba, temiz türkçesi ve pürüzsüz dili oluyor. Böyle güzel bir Türkçe ile yazması, onu okumayı zevke dönüştürüyor diyebilirim. Nedir bu Türkçe? Nereden kaynaklanıyor bu yazma biçimi diye, ister istemez düşünmek durumunda kalıyoruz.

Bu pırıl pırıl, temiz Türkçe’nin iki kaynağı var Mahir Ünsal’da. Birincisi anlattığı, üzerine hikâyeler bindirdiği kişilerin dünyasına alabildiğine vâkıf olması. Onları kendi dil dünyaları ile birlikte verebilmesi. Onlar da geneli itibariyle kasabalarda, kırlık bölgelerde yaşayan orta sınıf insanlar. Ömer Seyfettin hikâyelerinin doğduğu, Saltukname yazıcısı Ebul Hayr-ı Rûmi’nin cevelân ettiği topraklar buraları: Erdek, Edincik, Gönen, Kapıdağı vs. Yazıcı oraların dünyasına o kadar vakıf ki, hikâye kişileri de böyle atmosfer içinde bulunmaktan bayağı memnun görünüyorlar. Yani o kişiler ancak böyle bir dil ile, kendilerini sarıp kuşatan bir türkçe ile anlatılabilirdi demek durumunda kalıyoruz. Fakat Mahir Ünsal o kişileri anlatırken ne lüzumsuz diyaloglara başvuruyor, ne de onlara ağız, şive taklitleri yaptırıyor değil.

Dolayısıyla o noktada Mahir Ünsal’ın kendi yazma ve anlatma dili devreye giriyor ki, zaten onun da yaşaması, yetişmesi itibariyle anlattığı kişilerden farklı bir dünyası yok. O insanların arasında ve kendi aile ortamında edindiği bir Türkçe bu. Yani Mahir Ünsal’ın anlatma tarzı ve üslûbu piyasadan edindiği kitabî bir dil, dahası alelâde kuru, ruhsuz bir tercüme dili değil. Tam aksine, kendine mahsus sıcak ve işlek bir türkçeye sahip görünüyor o. Bu yönleriyle onu, piyasaya hakim olan anonim hikâye dilinden ve entelektüel dükalıkların onayına ihtiyaç duyan kompleksli dil tutumlarından bayağı uzak buluyoruz.

ANLATMANIN BİZZAT KENDİSİ

Mahir Ünsal’ın hikâyelerinden çıkarılabilen ikinci bir husus da şu oldu:

O kendini, içinden çıkıp geldiği sosyal çevreyi ve bildiğimiz insanı anlatıyor. Bunu yaparken ne aşırıya kaçan bir toplumculuk histerisine kaptırıyor kendini, ne de piyasada kabul görmüş herhangi bir hikâye anlayışının peşine takılıyor. Dahası bunlara ihtiyaç duymuyor. Fakat anlatıyor, durmadan anlatıyor. Onun hayatta en çok zevk aldığı, anlatmanın bizzat kendisi!.. Bu tutumu ile, ele aldığı kişilerin hikâyelerini naklederken, farkına varmadan onların dünyasına da taşımış oluyor bizi. Hiç bir karakterini idealize etmediği gibi, onları bizim nazarımızda küçük de düşürmüyor. Onları kendi küçük dünyalarının çelişkileri ile vermekle yetiniyor.

Bu kadar rahat ve güzel anlatımı ile Mahir Ünsal Eriş’in kendi içinde gizli, tulûatçı bir damarın yattığını söylersem, bilmem ne dersiniz? Anlatmak ve gene anlatmak!.. Kendi anlatmasından, tahminlerin ötesinde zevk duymak!.. Kuşkusuz bu durumu yadırgamıyoruz. Belki de bu husus onun en belirgin ve başarılı yanı. Fakat o tulûatçı yanı kendisine yetmiyormuş gibi, o biraz daha oynamak, hikâyelerin aralarından başını çıkartıp okuyucularına nanik yapmak ihtiyacını duyuyormuş gibi bir hava veriyor.

İşte bu fazla, diyoruz. Eğer sanatçı yaptığı işin değerini kabul ediyorsa, bu ona yetmeli! Aksi takdirde o hikâyelere biraz yapmacıklık havası, biraz da mizaha ve oyuna kaçan bir hafiflik duygusu eşlik etmeye başlar ki, en fenası da bu olur.

Daha açık ifade etmem gerekirse, Mahir Ünsal’a yazdığı hikâyeleri yetmiyormuş da o bunun ötesinde, hemen her çevre ve kamuoyunun kendisi ile meşgul olmasını arzu ediyormuş gibi bir duygu. Aşırı bir popülerlik sıtması, diyeceğim geliyor buna. Meselâ bir eserinin adı olan Benim Adım Feridun, doğrudan Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sını çağrıştırmıyor mu? Gene Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’si (2012), Yahya Kemal’in “Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta” mısrasını hatırlatmıyor mu? Alın bir başka örnek daha: Sait Faik ödülüne lâyık görülen “Olduğu Kadar Güzeldik” in adı da, gene Yıldız Tilbe’nin bir şarkısından değil miymiş?

YAZARI FENOMENE DÖNÜŞTÜREN YAYINEVLERİ

Fakat bu tür uygulamalar, sırf hikâyecinin kendisi kaynaklı da olmayabilir. Bazı büyük yayınevleri, eserini bastığı yazarı neredeyse fenomene dönüştürmeden rahat edemiyorlar. Bunun ise koca karı makyajından daha öteye gitmeyeceğini, dahası aşırı derecede yapmacıklık tesiri bıraktığını hatırlatmak isterim. Onun için, kendinden emin ve yaptığı işin şuurunda olan sanatçıların, bu tür tehlikelerden kendilerini korumaları beklenir. Bu noktada Mahir Ünsal’a, Hasan Ali Toptaş ile Ethem Baran’ın yaşama tarzlarını yakından izlemesini tavsiye ederim.

Bütün bunları söylerken maksadım, kuşkusuz Mahir Ünsal’ı zora sokmak değil. Çünkü o iyi iş çıkarıyor ve bunun farkında da olması gerekiyor.

Meselâ kitabında yer alan sekiz hikâyenin sekizini de aynı mevsimin içinden çıkarıyor. O Sarıyaz dediği mevsimi, son derece fonksiyonel bir kullanıma dönüştürüyor. Burda ciddi bir kurgu ustalığının yattığını söylemekte, niçin cimrilik gösterelim? Nitekim bu hususta şöyle söylüyor Mahir Ünsal: “Sarıyaz’daki hikâyelerin hepsini tek seferde buldum, düşündüm ve yazdım. Zihnimde Sarıyaz fikri o kadar yoğunlaştı ki yazana kadar, yazma kısmı iki buçuk, üç hafta sürdü sadece.” (Karar, 24 Nisan 2019).

Bütün bunlar bir yana, Mahir Ünsal’ın hikâyelerini alttan alta besleyen bir ölüm duygusu var ki, bu bana daha bir anlamlı geldi. Neredeyse her hikâyenin orasından burasından, burnumuza ölüm kokuları geliyor. Keşke o bölümleri yazıcı, az biraz daha derinleştirse imiş, demekten kendimi alamıyorum. Yazarın çok sevdiği hafif ironik anlatmalar, böylece daha bir trajik derinliğe uzanmış olmaz mı?

  • Sarıyaz
  • Mahir Ünsal Eriş
  • Can Yayınları
  • 2019
  • 136 sayfa
#Sarıyaz
#Mahir Ünsal Eriş
#Can Yayınları
5 yıl önce