İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında altı yabancı yönetmenin, kendi senaryolarıyla İstanbul'u anlattığı Unutma Beni İstanbul projesi için İstanbul'a gelen Aida Begic, filminin çekimlerini tamamladı. Begic'le bir araya gelerek yeni filmini ve sinema anlayışını masaya yatırdık.
Bu sadece iki karakterden müteşekkil bir film. Biri Boşnak, diğeri Türk iki kadın. İstanbul'da bir otelde karşılaşıyorlar. Şehir olmadan çekilen ama içerisinde şehrin olduğu bir hikâye. Kadın erkek ilişkilerini anlatan ve bir şekilde İstanbul hakkında olması mümkün bir film bu. Mekânlarda kullandığımız fotoğraflarla İstanbul'da olduğumuzu anlıyoruz. Bu şehrin garip bir temsili aslında.
Evet, amacım çok fazla oyuncuyla çalışmamaktı. Çünkü kısa film çok zor bir form. Zaman kısıtlamanız oluyor. Bu şekilde çalışmaktan hoşlanacağım iki ya da üç kişiyi tercih etmenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Bu şekilde onlara daha fazla yoğunlaşacaktım. Bosna'dan, Kar filminde de oynayan genç bir oyuncuyu davet ettim. Hüseyin Karabey'in Gitmek filminde gördüğüm Ayça Damgacı ile Haziran'da atölye çalışmasında tanıştım ve onun çok farklı karakterleri canlandırabileceğini gördüm.
Elbette. Eğer hakiki ve samimiyse insan hakkında yazılan her hikâyenin, diğerlerinin kalbine ulaşacağına inananlardanım. Bir yandan ne kadar müşahhaslaşırsanız o kadar evrensel olacağınızı düşünüyorum. Diğer yandansa bizim yaptığımız filmlerin geneli ortak yapım. Filmlerimizi farklı insanlarla buluşup, onların fikirlerini benimseyerek şekillendiriyoruz . O yönüyle de daha çok ulaşıyor insanlara.
Çok hassas olduğum ve hiç sevmediğim şey sinemada herhangi bir tür propaganda. Sinemada bir seyirci olarak manipüle edilmekten hoşlanmıyorum. Arayışında olduğum şey hakikat. Eğer hakikati anlatmak arayışındaysanız aynı zamanda umudun da peşinde oluyorsunuz.
Birincisi İslam benim için din değil, bir hayat, bir yaşama biçimi. Hayatı bu şekilde ayrıştırmayı doğru bulmuyorum. Sanat yapıyorsanız tabi ki içinizden geçenleri yansıtmak zorundasınız. O bir ayna gibi. İslam yaşam felsefemse onsuz bir hayat tasavvur edemem. Dolayısıyla bu da benim her şeyime olduğu gibi film yapma biçimime de yansıyor.
Bir şekilde alıştım buna. Başörtüsü taktığınız zaman herkesin muhakkak sizin hakkınızda bir fikri oluyor. Maalesef bunların çoğu da birileri tarafından baskı altında tutulduğunuz şeklinde. İnsanlar bunun kendi şahsi iradenizle aldığınız bir karar olduğunu anlamakta zorlanıyorlar. Bu duruma alıştım ve bununla eğlenceli bir oyun oynamaktan zevk alıyorum. Önyargılarla dalga geçiyorum.
İnsanlar başörtünüzü görüp, Müslüman olduğunuzu anlayınca “Evet, şimdi neden camiye gitmeliyiz konusunda bir propaganda filmi izleyeceğiz” diyorlar. Kar'dan hemen evvel pek çok meslektaşım bundan endişe duyuyor ve korkuyordu. Bu gerçekten de savaşmamız gereken bir ön yargı. Bunun reçetesiyse daha fazla çalışmak.
En büyük hayallerimden biri savaş sırasında geçen bir hikâyeyi film yapmak. Mevcut durumda böylesi bir prodüksiyonu gerçekleştirecek şartlara sahip değilim. Ama inşallah kendi savaş hikâyemi anlatan filmi çekmek istiyorum.
Uzun metrajlı bir film hazırlıyorum. Bugünün Sarabosna'sında geçiyor. Kar'ın aksine bu bir şehir hikayesi olacak. Bu filmde de kadınlar olacak.
Hep böyle olsun istemiyorum aslında. Eğer savaş sırasında kadınlar öldürülseydi erkekler hakkında filmler yapmak zorunda kalacaktım.
Akademiye başladığımda on yedi yaşındaydım. Akademinin en genç öğrencisiydim. Liseden çok memnun değildim. Dört sene olan liseyi bir an önce kurtulmak için üç senede bitirdim. O yıl yönetmenlik öğrencisi oldum. Savaş sırasında ve hakikaten çok zor şartlar altında okudum. Sinemayı böylesi bir dönemde düşünmeye başlamanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu deneyim beni buraya kadar getiren güç oldu.
Önümüzde savaş vardı ve biz hala sinema üzerine düşünüyorduk. O dönemde herkes savaşın nasıl sonuçlanacağıyla ilgilenirken ben soğukta ve mum ışığında Hedda Gabler ya da Ibsen okuyordum. Fiziksel olarak çok düşük şartlara sahip olsak da sinema bizi yükseklere çıkarabiliyordu.
Diktatörlük değil. Ama demokratik bir şey de değil. Hiyerarşiye ihtiyaç duyulan bir iş. Çünkü hiyerarşi olmadan süreç doğru düzgün işlemiyor. Demokrasi bazen daha iyi bile olabilir. Ama sinemada böyle işlemiyor. Piramidin tepesinde tek kişinin olması gerekiyor. Eğer film kötüyse, herkes evine gittiğinde geriye tek bir suçlu kalıyor. Film çekmek zor şartlarda bir hayatta kalma mücadelesidir.