|

İki Simone... Biri düşüncenin yerçekimi, öteki Allah’ın lütfu!

Weil, Yahudi bir aileden geliyordu. Gerçi aile diniyle pek ilgilenmemişti ama spiritüel yanı hep kuvvetliydi. De Beauvoir ise koyu Katolik olarak yetiştirilmiş fakat 14 yaşında ateist olmaya karar vermişti. Haşmet Babaoğlu, iki farklı karakterin dünyaya bakışını anlattığı yazısını Cins Dergi okurları için paylaştı.

Yeni Şafak
09:00 - 14/06/2018 Perşembe
Güncelleme: 11:22 - 14/06/2018 Perşembe
Cins Dergisi
İki Simone… Biri düşüncenin yerçekimi, öteki Allah’ın lütfu!
İki Simone… Biri düşüncenin yerçekimi, öteki Allah’ın lütfu!
Minik kız okuldaki ilk gününde öğretmenlerinin dikkatini çekmişti. Muzip gözler ve telaşlı jestlerin ardında zehir gibi bir zeka ve kocaman bir kalp saklanıyordu. Fakat işi kolay değildi. Hatta bir ara okulu bırakmayı bile düşündü yavrucak. Çünkü “kimsenin, yağmurun bile öyle küçük elleri yoktu.” Kalem tutmakta zorlanan küçük ve çelimsiz parmakları ona acı veriyordu. Yıllar içinde serpildi, büyüdü ama elleri hep aynı kaldı. O yüzden yazmak onun için çile niteliği taşıdı. Ağır ağır acı çekerek ve o acıyı sindirerek yazdı. Oysa ne garip! Biz şimdi onun cümlelerini okurken derin bir sükunet ve ilahi bir hafiflik hissediyoruz. Okurken, dedim değil mi? İyi de… Nasıl tanışacağız da, okuyacağız? Uzun yıllar bu neredeyse imkansızdı. Yayınevlerinin, akademinin ve entelektüel çevrenin dikkatini çekmeye başlaması şunun şurasında son birkaç yıla ait bir hikaye. Simone'den söz ediyorum. Yok, yok! Tabii ki Simone de Beauvoir'dan değil! Onu tanımayan mı var! Belki kitaplarını yalayıp yutmuşsunuzdur. En azından Beauvoir'a gönderme yapan çok şey okumuşsunuzdur. Hatta Sartre ile ilişkisi hakkında bayağı dedikodu malzemesi biriktirmiş bile olabilirsiniz. Simone de Beauvoir'in kitaplarını aradığınızda hemen bulabilirsiniz. Ama Simone Weil'ı bulmak için aramak da yetmiyordu. Paris'te sahaflara gidilir, Londra'da kitapçılarda yerlerde sürünüp en alttaki raflarda sıkışmış belki bir biyografisi bulunurdu. Türkiye'de mi? “Yerçekimi ve Lütuf” adlı kitabının çevirisi var da sahaflar bile bulamıyor. Adını bilen de yok denecek kadar az. Oysa “has ve katıksız dikkat, duadır” diyen bir mistikti o. “Bir başkasına değil, kaderine bağlan” diyen bir anarşist-sosyalisttii “Aşk, sevdiğimizle aramızdaki uzaklığa hayranlığımızdır” diyen bir düşünürdü. İnsan bu sözleri işitip bilse bir daha kayıtsız kalabilir mi? Neden peki bu sessizlik?

O halde baştan ve iki Simone'yi yan yana getirerek anlatmaya başlayayım… Weil, Yahudi bir aileden geliyordu. Gerçi aile diniyle pek ilgilenmemişti ama spiritüel yanı hep kuvvetliydi. De Beauvoir ise koyu Katolik olarak yetiştirilmiş fakat 14 yaşında ateist olmaya karar vermişti. Ecole Normale'ye aynı yılda kabul edildiler. 1928'de. Weil ilk sırada girdi okula, De Beauvoir ikinci sırada. Felsefe bölümündeki hocalar da, sıra arkadaşları da müthişti. Sartre, Merleau-Ponty, Paul Nizan falan aynı dershaneyi paylaşıyorlardı. Ama Weil'ın okulda en sevdiği arkadaşı sendikacı ve demiryolu işçisi Lucien Cancouet'iydi. İlginçtir, daha hazırlık sınıfında de Beauvoir'in dikkatini şu özelliğiyle çekmişti: “Simone Weil başkalarının acılarından çok etkileniyor.” Weil bu tesbite itiraz etmemiş ve şöyle karşılık vermişti: “Dünyaya mutlu olmaya gelmedik; varlığımızın kökeninde ne var, onu bulmalıyız!”

İki Simone de Ecole Normale sonrası lise öğretmenliğini seçtiler. De Beauvoir bunu entelektüel çevresinden kopmadan gerçekleştirdi. Zaten Sartre'la daha o zamandan gösterişli bir çift olmuşlardı. Ya Weil? Normandiya'da bir kız lisesinde üniversiteye hazırlanan öğrencilere felsefe okutuyordu. Tahtaya tutkuyla geometri problemleri, cebir denklemleri çiziyor, “bilim ne anlama gelir” konusunda en ufak fikri olmayan çocuklara “bilimlerde yöntem” konusunu anlatmaya çalışıyordu. Sonra dersten çıkınca kendini sigaraya vuruyor; bitmek tükenmek bilmeyen başağrılarıyla boğuşuyor, az yiyor ve bölgedeki Sosyalist işçilerle arkadaşlık ediyordu. Dahası, “proleterlik” gerçeğini idrak etmek için kalifiye olmayan eleman kadrosundan Renault fabrikasına girip birkaç ay çalıştığı bile olmuştu. Daha fazla uzatmadan, yine iki Simone'yi kıyaslayarak tasvir edeyim.

Weil sadeydi, giysileri üniforma gibiydi, telaşlı tavırlarına karşın mırıldanır gibi konuşurdu ve merak ettiği her şeye yakından bakardı. De Beauvoir ise soğuk ve hafifçe aristokrat izlenimi vermeyi sever; mesafesini korur, hepsi birbirinden parlak ve yavaş yavaş ünlenmeye başlayan arkadaşlarının “ablası” gibi davranırdı. Kültürel iktidarın iki döneminin de; yani hem büyük savaş öncesinin hem de sonrasının kime kapılarını ardına kadar açacağı sanırım o zamanlar belli olmuştu. Zaten biliyoruz…

De Beauvoir entelijansiyanın önüne serdiği kırmızı halıya hiç “hayır!” demedi. “Zamanın ruhu”na uygun biçimde o halıda ilerledi. Ama hakkını verelim; düşünme, sorgulama ve yazma konusunda hep nitelikliydi. Seviyesini asla düşürmedi. Feminist düşüncenin “anası” oldu. Bir ara Sartre'nin çevresini saran züppe varoluşçularla dalgasını geçerek Hegelciliğe meyletti. Her zaman sendikaları, partileri değil, “gauchiste” grupları ciddiye alan bir solculuğu tercih etti. İnanç ve tutku konusuna gelince… Püriten bir inançsızdı ve Phillip Sollers'in anlatımıyla gündelik hayatında “titiz bir diktatördü.” Şimdi artık de Beauvoir'ı bırakıp Simone Weil'ımıza, o güzel insana odaklanmanın yeridir. Çünkü bütün kalbimle söylüyorum; Avrupa onu hakkıyla tanısa, sevse, anlamaya çalışsa ne iyi olurdu!

Weil 1932'de Almanya gezisinden sonra çok ilginç bir tez ileri sürdü: “Nasyonel sosyalizm ile Rus komünizmi ikiz gibiler.” Bu “fark ediş”i fark etmek için çok erken bir tarihti, kimse üzerinde durmadı.

Yerinde duramıyordu. 1936'da İspanya'ya Cumhuriyetçilerin yanında savaşmaya gitti. Katalan anarşist lider Durrutti'ye bağlı bir grupla birlikteydi. Cephede olmak istiyordu fakat üzerine kızgın yağ döküldü, ciddi biçimde yandı, önce geri saflara çekildi, sonra ülkesine döndü. 1937'de İtalya'da buldu kendini. Azıcık kafa dinlemek, patırtıdan uzaklaşmak için... “Allah'ın fukarası” Aziz Françesko'nun kasabası Asisi'deki küçük şapelde dizleri üzerine çöktü ve dua etti. Hayatında ilk kez karşısında “dik duramayacağı” bambaşka gücün var olduğunu fark etmişti. Henüz inançlı biri değildi; fakat “insanın yeryüzündeki çilesi”ni yakından tanıyordu.

Asisi'de acı ile esirgeyen güç; zalim dünyayla Tanrının varlığı arasındaki derin bağı hissetti. Artık o engebeli patikadan yürümek gerekiyordu ama nasıl? Weil bu yol için hazırlanıyordu ki, savaş patlak verdi. Almanlar Paris'e girince ailesiyle birlikte Marsilya'ya çekildiler. Orada Dominiken tarikatına bağlı Katolik rahip Perrin'le tanıştı. Daha ilk görüşmede her şey değişiverdi. Simone Weil Hristiyanlığı seçti. Ancak ilginç biçimde ömrünün sonuna kadar Katolik vaftizini ve Vatikan'ın devletli varlığını reddetti. Sonrası direniş günleri, sonra ABD'ye geçiş ve ardından Londra. Birbirinden çarpıcı eserler yazdı Londra'da: L'Enracinement/The Need For Roots ile Le Pesanteur et la Grace/Gravity and Grace... Hepsi de iman meselesinin en zorlu yerlerine şefkatle dokunan metinlerdi. 34 yaşındayken 1943 Ağustos'unda gelen ölümünün ardından bu metinler dostları tarafından kitaplaştırıldı.

90'ların sonuydu. Şimdi adını dahi hatırlamadığım bir kitabın dipnotlarında Simone Weil adıyla karşılaşmıştım. Az yemekle çok düşünce arasında bağlantı kuran dipnotta Weil'ın da yemek yemeyi red ettiği için öldüğü yazılıydı. (Resmi rapora göre kalp krizi nedeniyle dünya hayatına veda etmişti.) Dipnotun beni ürperttiğini bugün gibi hatırlıyorum. İnternetin ilk zamanlarıydı, çevrim içi oluncaya kadar dakikalar boyu bekliyor, sonra arama motorlarına Simone Weil adını yazıyordum.

Hep Simone de Beauvoir çıkıyor, Weil'dan sadece kendilerine “liberal Katolik” diyen bir iki sitede üstünkörü bahsediliyordu. Londra'da kitaplarını aradım. Ancak sahafta bir biyografisini buldum, sonra o evden bu eve derken onu da kaybettim. Birkaç yıl önce bir daha ve bu kez kalıcı olarak hayatıma girdi Weil. Bunda Julia Haslett adında genç bir kadının “An Encounter With Simone Weil” adlı 2011 yapımı belgeselinin payı var elbette. Fakat daha sarsıcı olanı onun “Dikkat” kavramıyla tanışmam oldu. “Dikkat” (attention) onun spiritüel sözlüğünde iki fiili birleştiriyordu: Beklemek (attente) ve iştirak etmek (attention). Bu haliyle, yeryüzüne ve varlıklara bakışımız orada Tanrı'nın varlığıyla karşılaşmayı bekleyiş olduğu kadar, yaratılışa gönülden ve sorumluluk yüklenerek katılış anlamına geliyordu. İlgi, dikkat, bağlanış… Temaşa, tefekkür, murakabe, nazar… Ne derseniz deyin, hangi karşılığı seçerseniz seçin… Weil'a göre bu edim “yüce gönüllülüğün en nadir ve saf tezahürü”ydü. İnsanın dikkatiyle Tanrı'nın inayetinin buluştuğu yer… Weil işte ömrünün son döneminde bir lokma bir hırkayla o “yer”i arıyordu.

Yazımın bağlanacağı noktayı tahmin etmişsinizdir. Hatta içinizden “eh dünya o malum Simone yerine bu Simone'dan söz edecek değil ya!” diye geçirdiğinize eminim. Açık konuşalım: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında “entelektüel mahalle”de kabul edilmek için inançsız olmak, en azından inancın lafını bile etmemek gerekiyordu. İspanya İç Savaşı'nda anarşistlerin yanında olmuş, işgalde Nazizme direnmişsin falan… Eğer inançlı biriysen, hele bir mistiksen gözünün yaşına bakmaz, bunları esastan saymazlar! Adından ille de söz edilecekse, yayıncılar kitaplarını basmaya bayılacaksa, o zaman da zor şeyler söylemeyeceksin. “Dokuz basamakta iç aydınlanma”dan söz etmek yerine “rıza” kavramını yücelteceksen seni bir kenarda unuturlar, unuttururlar. Gördüğünüz gibi, Avrupa'daki mahalleyle buradaki mahalle ve lanet olası kültürel iktidar hikayesi üç aşağı beş yukarı aynı. Neyse… Bu meseleden, yani bizi ayaklarımızdan yere/yasalara/egosantrik zihne/iktidar iradesine; yani Weil'ın deyimiyle “yerçekimi”nden kopup lütfa doğru uzanmanın zamanıdır.

Biraz sessizlik yani…

Ve aşk!
#Cins Dergi
#Haşmet Babaoğlu
#Simone
6 yıl önce
default-profile-img