Liberal, liberal ilkelere bağlı olandır. Bunlar daha ziyade pozitif içeriği olmayan, içinin farklı şekillerde doldurulması mümkün olan, farklılıkların barış içinde bir arada yaşatılabilmesine odaklanan ilkelerdir. Türkiye'de kimin liberal olduğu, kimin liberal olmadığı hakkında bir kafa karışıklığı var. Kişi kendisi için istediği liberal hak ve özgürlükleri başkaları için, kendisinden farklı olanlar için de istemedikçe ve bunu söz ve tavırlarıyla göstermedikçe ona liberal denmesi uygun olmaz.
AK Parti'nin öncü kadrolarındaki bazı isimlerle liberallerin yapısal bir ilişkisi hiç olmadı. Bazı liberal fikirleri zaman zaman seslendiren 'liberalimsi'lerin ne tür ilişkileri olduğuna ise tam olarak vakıf değilim. En büyük ve en önemli liberal oluşum Liberal Düşünce Topluluğu'dur. Onunla AK Parti arasında adı konulmuş ve şartları konuşulmuş bir ittifak hiç yoktu ve olamazdı.
Bunun sebebi liberallerin bu tür bir ittifakın şartı olan bir yapılanma içinde olmaması, olamayacak olmasıydı. Ancak, her iki kesimin de daha fazla özgürlük ve daha çok demokrasi talebi vardı. Bugün itibariyle bazı liberallerle AK Parti arasında gerilim olduğu açık. Ama bu bütün liberallerin, hatta liberallerin ağırlıklı kesiminin bu partiyle köprüleri tamamen attığı ve ondan umudunu tamamen yitirdiği anlamına gelmiyor.
Bu tür tavırlara girenler olduğunu düşünüyor ve bu tavrı hoş karşılamıyorum. Partilerden hak ve özgürlükleri genişletecek icraatlar yapmalarını istemek her liberalin hakkı. Ama hiçbir liberal iktidarın yönetme hakkına ortak olduğunu iddia edemez. Böyle düşünenler varsa, parti kurup seçime girmeleri ve halktan ruhsat almaları gerekir.
Ben kendi hesabıma kimseye angaje olmadım. İlkeli bir pozisyonda kalmaya dikkat ettim. Liberaller arasındaki tartışmalarda bugün bazılarının diğer liberalleri angaje olmakla suçlaması, hem temelsiz, hem de çok çirkin. Üstelik bunu yapanların kimilerinin geçmişte parti sözcüsü gibi konuştuğunu, ona övgüler yağdırdığını biliyoruz.
Ergenekon ve Balyoz davaları elbette eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Ama bunun darbeciliği ve darbeleri savunma adına ve hesabına değil adil yargılanma hakkı, hukukun üstünlüğü ve demokrasi adına ve hesabına yapılması gerekir. Bazı arkadaşların eleştirilerinin bu çerçevede olduğunu söylemek zor. Bu davalarla Türkiye ve ordu günahlarından arınıyor. Ordu ilk defa gerçek bir ordu olma şansını yakalıyor. Siyaset askeri vesayetten kurtuluyor ve askeri bürokrasi sivili denetim altına giriyor. Buna herkesin sevinmesi gerekir. Özellikle de liberallerin.
Ben dünyaya daha çok ilkeler açısından bakmaya eğilimliyim. Bu bakışın sonuçlarını önemsemem. Ayrıca, hangi tavrın milli çıkar denilen şeylere uygun olduğu zamanla daha iyi anlaşılır. Türkiye, usulüne uygun olarak, yanlışa yanlış demekten ve itiraz etmekten çekinmemeli. Elbette dikkatli davranmalı ama reel siyaset denilen ilkesizliğe de teslim olmamalı. Ama bakıyorum bazı arkadaşları bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı esir almış. Bu onların sağlıklı değerlendirmeler yapmasına engel oluyor. Mesele Erdoğan meselesi değil, ilkeler meselesi. Erdoğan geçici, ilkeler kalıcı. İlkeler kişilere duyulan aşırı sevgiye de nefrete de feda edilmemeli.
Olayların aktörleri incelenmeden olayların gerçek sebepleri ve hedefleri anlaşılamaz. Gezi kalkışmasının iki ana aktörü, Taksim Dayanışması ve CHP tabanıdır. Onların yaptığına ve yorumlarına bakarak Gezi'nin ne olduğu anlaşılabilir. Akıl, mantık ve bilimsel yöntem bunu gerektirir. Bu çevreler Gezi'den bir siyaseti dizayn sonucu çıkarmak istedi.
Gezi olaylarında Başbakan'ın üslubundan kaynaklanan problemler olduğu herkesin kabul ettiği bir durum. Hükümetin krizi kötü idare ettiği de. Keza, ilk baskın başta olmak üzere polisin zaman zaman orantısız güç kullandığı da genel olarak kabul görüyor. Ama problemlerin kaynağının bunlar olduğu, başka hiçbir faktörün rol oynamadığı söylenemez.
Yukarda işaret ettiğim gibi, Taksim Dayanışma ve CHP'nin söylemleri incelendiğinde, Gezi'nin Erdoğan üzerinden siyaseti dizayn etmek için kullanılmak istendiği ortaya çıkıyor. Keşke beş sivil bir polis ölmüş olmasaydı. İktidar partisinin başının diktatör olup olmadığını anlamak için esas bakmamız gereken yer icraatlarıdır.
Sadece söylem incelemesi yapmakla yetinmeyip bu yapıldığında, ortada diktatörlüğün de, diktatörün de bulunmadığı görülür. Zaten ortada bir diktatör olsaydı, bu kadar rahatça ve bolca diktatörlük suçlaması da yapılamazdı. Ayrıca, alt edemediği siyasi rakibini diktatörlükle suçlamak CHP'nin klasik taktiğidir. Unutmayın, Menderes ve Özal'a da aynı suçlamalar yöneltilmişti.
Bu ülkedeki herkes 'Kemalist' beyin yıkama sürecinden geçirilerek yetişiyor. Ne kadar çabalansa da insanların kafasında bunun tortuları kalabiliyor. Bir liberalin Kürt meselesine bir Kemalist gibi bakması düşünülemez. Aynı şekilde, çözüm süreci de liberalleri mutlu eder. Bir defa, ne olursa olsun, sorunun şiddet dışı yollarla çözülmesi liberalin hemen tasvip edeceği bir şeydir. Aylardır ölüm olmuyor. Bölge haklı çok mutlu ve umutlu. Bütün bunlar yolun doğru olduğunu gösteriyor bana göre.
Türkiye'de liberalizmin tarihi kısmen eski, ama maalesef çok kesintili. Yakın zamanlara kadar liberal fikir akımlarının var olamamasının sebebi bu. Arada sırada parlayan liberal fikir akımları çeşitli faktörlerin tesiriyle fazla uzun ömürlü olamamış. Liberal fikir insanları yetişmemiş ve liberalizmin belli başlı kaynakları asla Türkiye'de konuşulan dillerde halka ulaşmamış. Bu eksiklik yeni yeni gideriliyor. Artık liberallerin eserleri Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak basılıyor. Liberallerin otorite ile ilişkisinin sıkıntılı olması şaşırtıcı değil.
Liberaller otoriteden doğal olarak kuşku duyar. Onun hak ve özgürlüklere zarar vermesinden endişe eder. Ancak, Türkiye'de otorite, yani devlet de liberal fikirlere ve liberallere asla hoş bakmamış. Cavit Bey asılmış. Mustafa Kemal liberalizmden hiç hazzetmemiş. Üniversitelerde liberal damarların oluşmasına asla izin verilmemiş. Daha yakın zamanlara kadar liberal olmak neredeyse lanetli olmaktı.