Bir insanı tanımlamak için neyine bakarsınız? Ben, duygu-düşünce-tavır ve duruşuna bakarım. Tutarlılığına bakarım. Konuşurken, mimikleriyle, vücut diliyle, kelimeleri ustaca kullanmasıyla, bize kendisini mi lanse ediyor, yoksa bir derdi mi anlatıyor, çilesi fikir mi, benlik mi ona bakarım...
Yetenek, bilgi, birikim ve düşüncenin derinlik ve boyut kazanmış hali sonra gelir değerlendirmede…
Hepimiz dertliyiz de çoğumuz kendimizden ibaret derdin içinde kayboluyoruz.
Mehmet Yılmaz benim iyi tanıdığım ve anlatabileceğim bir insan.
Duyarlı, düşünceli, kendini aşan bir derde müptela…
O sadece bir yazar ve yayın yönetmeni değil, yaşadığı dönemi “şeffaf zaman” içinde geçirmeye çalışan, ilişkilerini bu çizgide kuran biri.
Tarihe, bugüne (içinde bulunduğu imkanlara) ve geleceğe hesap verme endişesi taşıyan, kalp ile kafa arasında köprü inşa etmiş bir duruş.
Tutarlı, duyarlı, duygulu ve bir o kadar da rasyonel…
Tanıdığım en mütevazı insanların arasında.
Kişinin yeteneklerini ortaya çıkaracak imkanlarla buluştuğunda, bizim medya âleminde tevazuu tercih etmesi neredeyse imkansız.
Mehmet Yılmaz bu meslekte benzerine az rastlanılır durumda.
O alışılmışın dışında, hâlâ ilk günkü gibi duruyor.
Ezberlenenlerden değil ezber bozanlardan.
Zaman'da dış haberler servisini yönetti, uzun yıllar strateji sayfası hazırladı. Aksiyon'un yayın yönetmenliği ile birlikte Zaman'da da dış politika yazıyor.
Yaptığı her işi kişilikli ve kimlikli yaptı…
Hayatı kendi adına 'fırsatlar ânı' olarak değil, 'sorumluluk diyarı' olarak görüyor…
Sanki büyük bir vizyonun parçası gibi…
Biliyorum ki bu cümleler onu utandıracak, ama hiç değilse bu kadarını söylemeliydim…
Bu toplumun her yerde ve her kademede 'duruşu sağlam' insana ihtiyacı var…
* * *
Hatırlarsanız benzer bir daralmaya 2007'de de şahit oldu Türkiye. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında bu daralma siyasi bir bunalıma dönüştü. Siyasetin oyun alanı 'gerginlik stratejisi' üzerinden daraltıldı. Yaşananlar bir iktidar mücadelesi, yani AK Partili bir ismin Çankaya'ya çıkmaması üzerine kurulmuş gibi görünüyordu. Ama arka plana bakıldığında bunun bir zihniyet ve vizyon çatışmasıyla ilgili olduğu anlaşılıyordu.
Öteden beri Türkiye'yi kimin yöneteceği hep tartışma konusu olmuştur. Bu vizyon çatışması İkinci Dünya Savaşı'nın ardından gündemimize giren çok partili siyasi hayatla başlamıştır. Demokratik süreçle iktidara gelen partilerin Türkiye için biçtiği vizyon ile bürokrasinin biçtiği vizyon arasındaki uyumsuzluk bu çatışmayı doğurmuştur. Onun için de demokratik hayata müdahaleler eksik olmuyor. 22 Temmuz sonuçları bu çatışmayı en üst seviyeye çıkardı.
Türkiye'de parlamenter sistemin üç ayağı var; Yasama, yürütme ve yargı. 2002-2007 arasında AK Parti Meclis'te çoğunluktaydı. Yani Anayasa'yı değiştirecek güçteydi. Ayrıca tek başına iktidardı. Yani yürütmenin başıydı. Fakat Türkiye'de yasamayı ve yürütmeyi dengeleyen iki önemli kurumsal yapı var. Biri Cumhurbaşkanlığı makamı diğeri de yargı. Cumhurbaşkanı Sezer ve yüksek yargı organları AK Parti'nin icraatlarını denetleyerek sistemi dengede tutuyorlardı. Gül'ün Çankaya'ya çıkması ve AK Parti'nin yüzde 46,7 destek bulmasıyla bu dengenin ortadan kalktığı düşünüldü sanırım.
Kısmen. Bugün AK Parti'yi bir güç merkezi olarak tanımlamak doğru olmayabilir. Uzun bir siyasi geçmişe sahip değil çünkü… Oturduğu toplumsal zeminin bir kısmı Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi'nin oy aldığı tabana dayanıyor. AK Parti'yi bu çizgiden ayıran en önemli özelliği ise yeni bir siyasi dil oluşturması.
Vefaya dayalı bir politika geliştirmesi. Halkın hissiyatını anlamaya çalışması. Osmanlı'dan sonra büyük devlet olma düşüncesini içinde barındıran insanların hissiyatına tercüman olması. Millet iradesi lehine politika yapması. Anadolu insanı değişim dinamiğini çok iyi kavramış durumda. Bu dinamiği AK Parti değil de CHP ya da MHP temsil etseydi aynı desteği onlara da verirdi.
Değişim dinamiğini kavrayamamaları. Bunlara uygun projeler üretmek yerine tüm politikalarını ideolojik, soyut kavramsal söylemler üzerine bina etmeleri.
Evet. CHP ve MHP 'devlet' endeksli bir politikayı tercih ediyor daha çok. Yani milletin ve devletin çıkarları çatışıyor gibi bir ihtimalle karşılaştıklarında devletin yanında yer almanın daha doğru olacağını düşünüyorlar.
Asla yaramaz. Çünkü AK Parti'nin kapatılması demokrasinin yara almasıdır. CHP de MHP de bu süreçten etkilenir. Kaos siyaseti hiçbir zaman Türkiye'de tutmamıştır. Halk kriz tacirliği yapan siyasetçileri de, partileri de sandıkta hep cezalandırmıştır.
Evet, yaşadıklarımızı siyasi kriz olarak nitelendirebiliriz. Demokratik süreci tersine çevirmek ve demokratik olmayan yollarla iktidar değişikliğine zemin hazırlamak için zihin egzersizi yapanlar var.
İyimserliğimin nedeni de bu karamsar tablo aslında. Siyasi tarihe baktığınızda göreceksiniz ki her bunalım ve kriz aynı zamanda fırsat demektir. Böylesi dönemlerde çözüme odaklı politikalar üretmek daha verimlidir çünkü. Rehavetin yerini teyakkuz, kibirin yerini temkin, cedelleşmenin yerini de teavün alır.
TÜRKİYE'YE FIRSAT DOĞDU
Elbette. Meseleye yaklaşırken sadece içerideki krize bakmayalım. Dünya da bir siyasi bunalımda. Dünya ekonomisi durgunluk içerisinde. Modernitenin nimetleri kadar külfetleri de sorgulanıyor artık. Dünya, 11 Eylül'den sonra Batı Medeniyeti'nin demokrasiden ne anladığını da gördü. Dolayısıyla dünyaya yeni ve özgün paradigmalar sunan milletler yaşadığımız bunalımı kendi lehlerine bir fırsata dönüştürebilirler.
Evet. Bence halihazırda yaşadıklarımız da bununla ilintili zaten. Anadolu coğrafyası bir kez daha 'merkez' olmanın sancılarını çekiyor. Karamsar olmaya gerek yok. Umutlu olmamız için çok sebep var aslında.
Medyaya bakılırsa dediğiniz doğru olabilir. Ama Türkiye'deki dinamik toplumsal yapı bence farklı bir dalga boyutunda seyrediyor.
Bugün dünyada çatışma odaklı bir gerilim var. Dün komünizm tehdidi vardı, bugün de siyasal İslam tehdidi var diyorlar. Hatta İslam'ı terörle eşdeğer hale getirmek istiyorlar. Bu büyük bir tehdit dünya barışı için. Bu çatışma potansiyelini tersine çevirebilecek güç merkezlerinden biri Türkiye olabilir. Sahip olduğu tarihi tecrübeyle ve mevcut toplumsal yapısıyla bu önemli işlevi görmeye namzettir.
Tabii ki. Geçmişte başarmışız. Farklı dinlere, mezheplere mensup insanlar etnik ayrımcılığa tâbi olmadan barış içinde yaşamışlar. Bu özelliğimizle dünyada hoşgörü kültürünü ikame edebilir, İslamofobi'nin önüne de geçebilir. Aslında şimdi bu süreç yaşanıyor. Son 20 yılda dünyanın dört bir yanında milletimizin bu asil karakterini temsil eden insanların olağanüstü başarılı işlere imza atmaları umudumuzu büyüten bir hadisedir. Dünyanın bu yeni bakış açısına çok ihtiyacı var.
Evet. ABD ve Avrupa menşeli modernite bugün krizde. Bu yüzden biz de krizdeyiz. Dünya da arayış için de biz de. Bazıları yeni güç merkezlerinin Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler olacağını söylüyor. Onların demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel meselelerde bile geri olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu ülkelerin dünyaya ve bize verebileceği yeni bir şey yok. Ama Türkiye'nin ve Anadolu'daki toplumsal yapının vereceği çok şey var.
Toplumun geniş kesimlerinde öyle zannedildiği gibi büyük bir ihtilaf yok. Hem inanç hem de hayat tarzı bakımından. İktidar mücadelesi de merkez ile çevre arasında. Bunun kökenlerini 1699'a kadar da götürebilirsiniz. Muasır medeniyet seviyesine ulaşma noktasında “öncü” rolünü kim oynayacak sorunu yaşanıyor aslında.
1699'dan itibaren, yani Osmanlı'nın ilk kez toprak kaybetmesinden bu yana modernleşme olgusunun lokomotifliğini çeşitli kurumlar ve bürokrasi üstlendi Türkiye'de. Avrupa'daki moderleşme süreci tabandan tavana doğru iken, aynı tecrübe bizde tavandan tabana doğru oldu. Jön Türklerden başlayarak elitlerde, yöneticilerde hep toplumu bir kalıba sokma düşüncesi vardı. Toplum da bunlara hep ihtiyatla yaklaştı.
Hayır, empoze edilme tavrından rahatsız oldu. Bir de değişimi sahip olduğu inanç ve kültür değerleriyle tarttı. Küreselleşmenin hızlandığı, diğer medeniyet havzalarıyla alışverişin arttığı son 20 yılda da hem bu değişim dinamiğine ayak uydurdu hem de başkalarına kendi değerlerini anlatma fırsatı yakaladı. Bizi biz yapan değerleri modern anlayışla bağdaştırmasını bildi. Özgün bir dil henüz geliştiremese de bunu başarabileceğinin sinyallerini verdi. Modern ile gelenek arasında cereyan eden çekişmeyi ortadan kaldırabileceğini de gösterdi. Değişimin nesnesi iken birden öznesi olmaya başladı.
Yani muasır medeniyete ulaşma konusunda kendisine rehberlik eden 'öncü kurumların' da önüne geçti toplum. AB sürecine verilen destek bunun bir göstergesi mesela. Bu süreci iyi yöneten partiye sandıktan verilen destek de öyle. Şimdi yaşadığımız gerilimin böyle bir arka planı var. Türkiye'nin modernleşme serüveninde topluma kimin öncülük edeceği bugün bir sorun olarak karşımızda duruyor. Gerilim de buradan kaynaklanıyor.
Öyle. Buradaki 'biz' vurgusu önemli. 'Bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değil' diyorlar.
Anti tezi demek doğru olmaz. Sadece vizyon ve bu vizyonu hayata geçirme konusunda aynı düşünmüyorlar. Bir de şunu unutmayalım; Türkiye'deki değişim dinamiği AK Parti ile başlamadı. Uzun bir geçmişi var bunun. Özellikle Özallı yıllardan itibaren girişimci bir toplum modeli oluştu Türkiye'de; sermayesiyle, aydınlarıyla, kadınıyla, erkeğiyle… AK Parti işte bu tabanın siyasetteki temsilcisi bugün.
Toplum çatışma potansiyelini ortadan kaldırdı
Dinamik toplum yapısını göremiyorlar. İdeoloji gözlüğüyle bakıyorlar topluma. Oysa Anadolu insanı Soğuk Savaş dönemini çoktan aştı. O döneme ait literatürle konuşmuyor. Hatta düşünmüyor bile. Zihninde “düşman” konsepti yok. İnsanları fikirlerine, hayat tarzlarına göre tanımlama ve tasnif etme gibi bir niyeti de yok. Öyle olduğu için de sadece Türkiye'de değil dünyanın dört bir yanında varlık gösteriyor, değişik ırktan, dinden, renkten insanlarla diyalog kuruyor, kendi kültürünü anlatıyor. Bu çok farklı bir dinamizm aslında.
Ütopik değil. Türkiye, iç enerji israfına yol açan krizleri aşabilirse dünyaya örnek olabilir. Pekçok ihtilafı çözen ülke haline gelebilir. Ama önce kendi iç meselelerini yabancıları karıştırmadan çözmesi lazım.
Demokratikleşme, Güneydoğu sorunu, Alevilerle ilgili kucaklayıcı bir politikanın geliştirilmesi ve başörtüsü meselesini gündeminden çıkarması lazım.
Yapmaya çalıştı tabii ki. Yeni açılımlar getirmeye çalıştığı sırada da kapatma davasıyla karşılaştı. İç sorunlarını çözmüş bir Türkiye uluslararası sorunların çözümüne de katkıda bulunabilir. Böyle bir şuuraltı müktesebatı toplumumuzda da bölgemizdeki ülkelerde de var. Türkiye'nin önümüzdeki on yıl içinde uluslararası sistemde çok önemli bir aktör olacağı açık.
Ulusalcılık suni bir dalgadır
Dönüşmedi; çünkü tabanı yok. Bu, iktidara uzanmak için oluşturulmuş suni bir dalgaydı. Tutması çok zordu ve tutmadı da… AK Parti'yi ya da aynı politikaları uygulaması muhtemel bir başka partiyi iktidardan uzaklaştırmak için sandık dışında arayış içine giren her oluşumu aynı akıbet bekliyor. Türkiye'de demokrasinin korunması ve yaşatılması hususunda ciddi bir hassasiyet oluştu. Antidemokratik her fikir ve oluşumun bundan sonra bu hassasiyeti dikkate alarak hesap yapması gerekiyor. Eğer bu yapılmış olsaydı CHP'de ve MHP'de farklı bir siyaset gelişirdi ama ortaya koydukları yeni bir şey yok. Sadece iktidar partisini nasıl kilitleyebiliriz diye düşünüyorlar. .
Onlar da aynı durumda. Ergenekon soruşturması sırasında basına yansıyan bilgilere baktığınızda bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Her türlü antidemokratik düşünce ve yöntemi denemek için planlar yaptıkları anlaşılıyor.