Zeyna, Dubai'de yaşamakta olan, kocasıyla boşanmanın eşiğine gelmiş Lübnanlı genç bir kadındır. 2006 yılı yaz aylarında, oğlu Kerim'i evdeki gerilim ve kavgalardan bir süreliğine de olsa uzak tutmak amacıyla güney Lübnan'a, orada küçük bir köy olan Herbet Selem'de yaşayan kız kardeşinin yanına yollar. Bir kaç gün sonra da İsrail'in -Hizbullah'ın elinde esir bulunan bazı askerlerini bahane ederek başlattığı- hava saldırıları patlak verir. Gelişmeleri haber alınca oğlunun sağlığından büyük kaygı duyan Zeina, hemen ülkesine hareket eder. Ancak, uygulanan ambargo dolayısıyla Beyrut limanına ulaşamadığı için, Lübnan'a Türkiye üzerinden geçiş yapacaktır.
Kahramanımız burada, onu ülkenin güneyine kadar götürmeyi kabul eden tek taksi şoförü olan Tony ile tanışır. Paylaştıkları endişenin ağırlığına rağmen, Tony ve Zeyna güneydeki köye doğru yaptıkları uzun, hüzünlü ve de tehlikeli yolculuk boyunca adım adım birbirlerine yakınlaşır; sonunda da aşık olurlar. En umutsuz koşullarda yeşeren bu aşk da âdeta etraflarında kol gezen ölüme verilmiş bir cevap gibidir.
Peşin bir gerilim içeren ismine, anlatmakta olduğu -daha henüz dumanları tüten- trajediye ya da Arap kökenli oyuncularına bakarak bu filme en kısa zamanda gitmeye ve sinema salonundan İsrail'in bitmez tükenmez barbarlıkları karşısında bir kez daha esaslı bir biçimde bilenerek, anti-siyonist sloganlar eşliğinde çıkmaya niyetlenenlere şu önemli uyarıyı hiç zaman yitirmeden yapmakta yarar görüyorum. Fransız asıllı ve Hıristiyan bir sanatçı olan Lübnanlı yönetmen Philippe Aractingi'nin -pek çoğumuzun böyle bir film karşısındaki siyasal beklentilerinin aksine- İsrail'i, Ağustos 2006'da Lübnan topraklarına gerçekleştirdiği, toplam 33 gün süren ve 1189 kişinin ölümüne neden olan hava saldırıları nedeniyle bir “Müslüman perspektifi” içinde yerden yere vurmak, siyonizmin saldırganlığını sinema sanatının darağacında gebertinceye kadar sallandırmak gibi bir niyeti yok. Aractingi bunu istese de yapamazdı; çünkü ne kültürel kökenleri, ne de filmin sermayesini temin eden üç ülkeli ortak yapımcılar koalisyonu (Fransa, İngiltere ve Lübnan) böylesine geniş ve cesur bir açılıma izin verirdi. O yüzden Lübnanlı yönetmenimiz de (kulakları çınlasın, değerli kardeşim Hakan Albayrak'ın çeşitli yazıları ve konuşmalarında harika bir biçimde eleştirdiği üzere) tıpkı iç savaş sonrasında ortaya çıkan, başta BM'nin “Srebrenitza rezaleti” olmak üzere, yaşadıkları her türlü zillete rağmen hâlâ batı festivallerinin jürilerine yaranma derdindeki bir takım mıymıntı Bosnalı sinemacılar gibi meselenin civarında dolanıp duruyor, fakat odak noktasındaki “şeytanî yapı”ya, adına İsrail denilen “habis ur”a hançerini saplamaya bir türlü maçası yemiyor. 1990'lar ve 2000'ler boyunca İslâmî duyarlılıkları gayet kuşkulu bir sürü Bosnalı yönetmen Bosna Savaşı'nı anlatan öykülerde her nasıl kıvırtıp durdularsa, ülkelerinde çeyrek milyon insanın katledilmesinin tek ve gerçek sebebi olan Sırp faşizmini tereddütsüz bir dille eleştirmekte aciz kalan “soyut düşman” filmleri yaparak nasıl ki yasak savdılarsa, yarı Fransız-yarı Lübnanlı Aractingi'nin filmi de hiç bir ciddi siyasal ve askerî gerekçesi olmayan bir toplu kıyımı (ki Lübnan topraklarına yönelik bu tür keyfî saldırılar, Sabra ve Şattila'dan bu yana İsrail'in vazgeçemediği alışkanlığıdır) romantik bir aşk öyküsünün acıklı arka fon malzemesi olarak kullanmaktan daha öteye geçemiyor.
Öte yandan, bazı sahneleri Ağustos 2006'da, yani savaş -daha doğrusu tek taraflı İsrail saldırıları- bütün şiddetiyle devam ederken çekilen “Bombalar Altında”, bütün bu siyasal seyreltikliğine karşılık, bir noktadan sonra izleyicinin gözünde yine de ister istemez İsrail vahşetinin yargılandığı bir “sanatsal mahkeme”ye dönüşüyor. Çünkü, siyonizmin 1930'lardan bugüne kadar bölgede katlettiği yüz binlerce masum insan gibi, son Lübnan saldırısında niye öldürüldüklerini bile anlayamadan pisi pisine ölen 1189 insanın anısına sırf böyle bir film yapmış olmak bile, adına “unutturma” dediğimiz, siyonistlerin öteden beri çok iyi başardığı bir “psikolojik savaş manevrası”nı yerle bir etmeye yetiyor. Çünkü sinema, âdeta taştan yapılma büyük bir kitabe-duvar gibi, ele aldığı her konuyu insanlığın ortak hafızasına silinmez harflerle kazıyan bir sanat dalı...
Yer yer son derece etkili ve dokunaklı bir sinema diline ulaşmayı başararak yeni Lübnan sinemasının ilgiye değer örneklerinden birine dönüşen “Bombalar Altında”, İslâmî düşünce ve siyonizm karşıtlığı adına haddinden yüksek beklentilere girmeden, buna karşılık, şimdilerde çoktan unuttuğumuz yakın tarihli bir gaddarlık gösterisinin arka planında yaşanan bireysel trajedileri yeniden hatırlamak adına rahatlıkla izleyebileceğiniz bir yapıt...
“Uyumayın hanımlar, beyler! Sinema, içinde yaşadığımız çağın en önemli ve de stratejik sanat dalına dönüştü! Bizim dâvâlarımızı beyazperdede sürekli başkaları anlatıyor! Tabiî, kendi bakış açılarına göre eğip bükerek, eksilterek ya da alçaltarak... O yüzden, mutlaka sinema yapmalıyız, sinema! Hemen şimdi!”