Aynı zamanda Kore gazisi de olan emekli otomotiv sektörü işçisi Walt Kowalski, hayatının sonbaharını evdeki tamir işleriyle uğraşmak, bol bol kutu bira içmek ve berberine yaptığı aylık ziyaretlerle geçirmektedir. Ölen karısını son arzusu kilisede günahlarını itiraf etmesi yönünde olsa da hayata küsmüş Walt için itiraf edecek herhangi bir şey yoktur ve köpeği Daisy'den başka hiç kimseye de içini dökebilecek kadar güvenmemektedir.
Bir zamanlar komşusu olarak adlandırdığı kişilerin hepsi taşınmış ya da vefat etmişler; yerlerini ise ölesiye nefret ettiği, Güneydoğu Asya kökenli Hmong göçmenlerine bırakmışlardır. Gördüğü hemen her şeye kızmaktadır: Sarkık yağmur olukları, fazla büyümüş çimenler, etrafını saran yabancı yüzler, mahallenin kendilerine ait olduğunu sanan amaçsız Hmong, Latin ve Afro-Amerika gençlerinden oluşan çeteler ile büyüdükten sonra kendisine iyice yabancılaşan çocukları…
Savaş yadigârı M-1 piyade tüfeğini her zaman temiz ve hazır bulunduran Walt, artık yalnızca vâdesinin dolmasını beklemektedir. Ta ki biri onun 1972 model Gran Torino'sunu aşırmaya çalışana kadar…
Öte yandan, Thao ve ailesinin inatçı nezaketi sayesinde, Walt kapı komşusu insanlar hakkındaki gerçeklerin de zamanla farkına varacaktır. Bu arada kendisi hakkındaki gerçeklerin de… Acımasız bir geçmişten kaçıp ABD'ye sığınan bu mülteciler, Walt'la kendi ailesinden daha çok ortak noktaya sahiptirler ve tıpkı garajının gölgelerinde tuttuğu Gran Torino gibi, savaştan beri ruhunun derinliklerinde var olan, üzerine duvar ördüğü kısımları görmesini sağlarlar.
Bir aktör düşünün ki yarım yüzyılı aşan meslekî kariyerinin neredeyse üçte ikilik bir bölümünde “bireysel şiddet” övgüsüyle bezeli düzinelerce filmde başrolü üstlenmiş… Gerek kendi hukuk kurallarını kendisi koyan pis sakallı bir kovboy, gerekse Magnum'una fazlaca sevdalı sadistik bir New York polisi olarak, yıllar yılı insanların sinek gibi harcandığı öykülerin içinde “esas oğlan” kimliğiyle boy göstermiş; sonuçta da kusursuz bir “şiddet sineması ikonu”na dönüşmüş…
Ve aynı adam, 60'larından itibaren, genç kuşaklara sunduğu bütün o şiddete susamış karakterlerin aslında ne denli yanlış birer rol modeli olduğu gerçeğine “uyanıyor”, ardından da kararlı bir tavırla kulvar değiştirip, merkezinde “insana saygı”nın yer aldığı yepyeni bir sinema anlayışının Hollywood'daki saygıdeğer temsilcilerinden birine dönüşüyor. Üstelik de Amerikan siyasî yelpazesindeki tercihi artık sağır sultan tarafından bile tescillenmiş, son derece kıdemli bir “Cumhuriyetçi” olarak…
Bir dönem her polisiye serüveninde en az iki-üç düzine insanı alnından mıhlayıp iki seksen yere uzatan “Kirli Harry”nin artık bir tek insanın hayatı ve duygularının bile insanlık idealleri açısından çok önemli olduğunu bıkmadan usanmadan anlatıp duran büyük bir “sinema ozanı”na dönüşmesi karşısında, aynı ideallere bağlı insanlar da onu ayakta alkışlıyor doğal olarak…
Üstad, yarım yüzyıldır ruhunu kuşatmış bulunan ırkçılık illetinden ömrünün sonbaharında edindiği çekik gözlü yeni dostları vesilesiyle kurtulma eğilimine giren Kore gazisi Walt Kowalski kimliğinde tek kelimeyle muhteşem... Yalnızca kaliteli bir oyunculuk ve yönetmenlik gösterisi sunmakla kalmayıp, sinemaya tutkuyla bağlı yaşlı bir adamın 80'lerinin eşiğindeyken bile mesleğinde hâlâ ne denli üretken olabileceğine ilişkin unutulmaz bir ders veriyor sinemaseverlere…
“Gran Torino”, 2002 tarihli “Schmidt Hakkında”dan bu yana Amerikan sinemasının yaşlılık ve yalnızlık üzerine ortaya koyduğu en başarılı yapıt. Üstelik yalnızca bu gibi duygusal temalara odaklanmakla kalmıyor, korkusuzca deşifre ettiği sivil faşist reflekslerle, 11 Eylül sonrasında Batı'da veba gibi yayılan “öteki” paranoyası üzerine de son derece sağlam eleştiriler getiriyor.
Mutlaka izlenmeli ve izletilmeli…