|

İnsanlığı 80'inde kavrayan yaşlı ve yalnız bir asker

Beyazperdede yıllarca kovboyculuk oynadıktan sonra, altmışlarından sonra yönettiği birbirinden etkileyici filmlerle asıl 'büyük sözlerini' ömrünün sonbaharına sakladığı ortaya çıkan usta aktör-yönetmen Clint Eastwood, yaşlılık, yalnızlık ve ırkçılık üzerine son filmi 'Gran Torino'da yine unutulmaz bir sinemasal destana imza atıyor.

Ali Murat Güven
00:00 - 8/03/2009 Pazar
Güncelleme: 16:55 - 8/03/2009 Pazar
Yeni Şafak
İnsanlığı 80'inde kavrayan yaşlı ve yalnız bir ask
İnsanlığı 80'inde kavrayan yaşlı ve yalnız bir ask

GRAN TORINO / Gran Torino

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, ABD-Avustralya ortak yapımı

Türü ve Süresi:
Duygusal Drama / 116 Dakika

Yönetmen:
Clint Eastwood

Senaryo:
Nick Schenk

Müzik:
Lennie Niehaus

Görüntü:
Tom Stern

Kurgu:
Joel Cox ve Gary D. Roach

Oyuncular:
Clint Eastwood, Bee Vang, Ahney Her, Christopher Carley, John Carroll Lynch, Brian Haley, Geraldine Hughes, Brian Howe ve William Hill

İthalatçı Şirket:
Warner Bros.

Dağıtıcı Şirket:
Warner Bros.

İçerik Uyarıları:
Bir kaç bölümünde kısa süreli şiddet ve argo dil içerdiğinden, 15 yaşından küçükler için uygun değildir.

Yıldız Puanı:
* * * ½

Aynı zamanda Kore gazisi de olan emekli otomotiv sektörü işçisi Walt Kowalski, hayatının sonbaharını evdeki tamir işleriyle uğraşmak, bol bol kutu bira içmek ve berberine yaptığı aylık ziyaretlerle geçirmektedir. Ölen karısını son arzusu kilisede günahlarını itiraf etmesi yönünde olsa da hayata küsmüş Walt için itiraf edecek herhangi bir şey yoktur ve köpeği Daisy'den başka hiç kimseye de içini dökebilecek kadar güvenmemektedir.


Bir zamanlar komşusu olarak adlandırdığı kişilerin hepsi taşınmış ya da vefat etmişler; yerlerini ise ölesiye nefret ettiği, Güneydoğu Asya kökenli Hmong göçmenlerine bırakmışlardır. Gördüğü hemen her şeye kızmaktadır: Sarkık yağmur olukları, fazla büyümüş çimenler, etrafını saran yabancı yüzler, mahallenin kendilerine ait olduğunu sanan amaçsız Hmong, Latin ve Afro-Amerika gençlerinden oluşan çeteler ile büyüdükten sonra kendisine iyice yabancılaşan çocukları…

Savaş yadigârı M-1 piyade tüfeğini her zaman temiz ve hazır bulunduran Walt, artık yalnızca vâdesinin dolmasını beklemektedir. Ta ki biri onun 1972 model Gran Torino'sunu aşırmaya çalışana kadar…

Yıllar önce Walt'un montaj hattından çıkmasına yardım ettiği günkü kadar gıcır gıcır olan Gran Torino, Hmong çetecilerinin onu çalması için zorladıkları genç komşusu utangaç Thao'yu (Bee Vang) Walt'un hayatına sokar. Yaşlı adam, hem çetenin yoluna çıkıp hem de hırsızlığı engelleyerek, özellikle Thao'nun annesi ve ablası Sue'nun (Ahney Her) gözünde mahallenin gönülsüz kahramanı hâline gelir. Ailesi, Thao'nun kendisini affettirmesi için Walt'la çalışması konusunda ısrar eder.
Başlangıçta bu insanlarla yüz göz olmak istemese de, Walt sonunda pes eder ve çocuğu mahallenin onarımı işine koşarak ikisinin de hayatını değiştirecek sıra dışı bir dostluğun başlamasına neden olur.

Öte yandan, Thao ve ailesinin inatçı nezaketi sayesinde, Walt kapı komşusu insanlar hakkındaki gerçeklerin de zamanla farkına varacaktır. Bu arada kendisi hakkındaki gerçeklerin de… Acımasız bir geçmişten kaçıp ABD'ye sığınan bu mülteciler, Walt'la kendi ailesinden daha çok ortak noktaya sahiptirler ve tıpkı garajının gölgelerinde tuttuğu Gran Torino gibi, savaştan beri ruhunun derinliklerinde var olan, üzerine duvar ördüğü kısımları görmesini sağlarlar.


“SİVİL FAŞİZM” BAYRAKTARLIĞINDAN “İNSANA HÜRMET”E UZANAN BİR YOLCULUK
Son çeyrek yüzyıl boyunca oynadığı, yönettiği ya da her ikisini birlikte gerçekleştirdiği bütün o filmlerin teknik, estetik ve içerik kalitesini tamamen bir kenara bırakıyorum, aynı dönemde “insanî bilinç” olarak ulaştığı düzeyle bile sinemaseverlerin saygısını fazlasıyla hak eden büyük bir sanatçı Clint Eastwood…

Bir aktör düşünün ki yarım yüzyılı aşan meslekî kariyerinin neredeyse üçte ikilik bir bölümünde “bireysel şiddet” övgüsüyle bezeli düzinelerce filmde başrolü üstlenmiş… Gerek kendi hukuk kurallarını kendisi koyan pis sakallı bir kovboy, gerekse Magnum'una fazlaca sevdalı sadistik bir New York polisi olarak, yıllar yılı insanların sinek gibi harcandığı öykülerin içinde “esas oğlan” kimliğiyle boy göstermiş; sonuçta da kusursuz bir “şiddet sineması ikonu”na dönüşmüş…

Ve aynı adam, 60'larından itibaren, genç kuşaklara sunduğu bütün o şiddete susamış karakterlerin aslında ne denli yanlış birer rol modeli olduğu gerçeğine “uyanıyor”, ardından da kararlı bir tavırla kulvar değiştirip, merkezinde “insana saygı”nın yer aldığı yepyeni bir sinema anlayışının Hollywood'daki saygıdeğer temsilcilerinden birine dönüşüyor. Üstelik de Amerikan siyasî yelpazesindeki tercihi artık sağır sultan tarafından bile tescillenmiş, son derece kıdemli bir “Cumhuriyetçi” olarak…

Eastwood, bu yöndeki belirgin bir özeleştiriyi ilk kez 1992 tarihli “Affedilmeyen”de yapmıştı. Hem yönettiği hem de başrolünü üstlendiği dört Oscar'lı o unutulmaz filmde, kendisine büyük bir şöhret kazandırmış parlak western kariyerini âdeta külliyen inkar edercesine insan hayatının değerine ve kutsallığına vurgular yaptığına tanık olduğumuz sanatçı, sonrasında çektiği hemen her filmde de bu pozitif tavrını geliştirerek sürdüregeldi. Amerikan sinema endüstrisinin kitlelere ballandıra ballandıra sunduğu “bireysel şiddet”in toplumun kolektif bilinçaltındaki faşizan dürtüleri canlandırıcı ve özellikle de genç insanların tertemiz dimağlarını kirletici boyutuna dikkatleri çektiği bu filmler ona önceki meslekî dönemiyle kıyaslanmayacak kadar çok sayıda ödül, daha da ötesi sektöründe bir “bilge yönetmen” konumu kazandırdı. “Kusursuz Dünya”, “Gizemli Nehir”, “Milyon Dolarlık Bebek” gibi birbirinden sağlam filmleri doğuran bu yeni dönemin taçlanışı ise iki sezon önceki “Atalarımızın Bayrakları”yla gerçekleşecekti. İkinci Dünya Savaşı'nda Asya-Pasifik cephesinde yaşanmış askerî trajedilere odaklanan bu sarsıcı film, aynı meseleye “düşman Japonlar”ın gözlüğüyle bakma iyi niyet ve cesaretini gösteren tamamlayıcı nitelikteki diğer bir yapıtla (“Iwo Jima'dan Mektuplar”) birlikte, Eastwood'un ilerleyen yaşına aldırmaksızın inatla peşinden gittiği yeni sinema anlayışının da şahikasını oluşturuyordu.

Bir dönem her polisiye serüveninde en az iki-üç düzine insanı alnından mıhlayıp iki seksen yere uzatan “Kirli Harry”nin artık bir tek insanın hayatı ve duygularının bile insanlık idealleri açısından çok önemli olduğunu bıkmadan usanmadan anlatıp duran büyük bir “sinema ozanı”na dönüşmesi karşısında, aynı ideallere bağlı insanlar da onu ayakta alkışlıyor doğal olarak…

“Gran Torino”, 79 yaşına ulaşan yönetmenin geçen yıl çektiği -“Sahtekâr” ile birlikte- iki yapıttan biri. Her ne kadar “Gran Torino”, Angelina Jolie'nin Oscar adaylığı vesilesiyle diğer filmin birazcık gölgesinde kalmış olsa da anlattığı öykünün değeri ve yönetimindeki maharetle bize göre “Sahtekâr”dan en az iki gömlek daha üstün bir çalışma olmuş.

Üstad, yarım yüzyıldır ruhunu kuşatmış bulunan ırkçılık illetinden ömrünün sonbaharında edindiği çekik gözlü yeni dostları vesilesiyle kurtulma eğilimine giren Kore gazisi Walt Kowalski kimliğinde tek kelimeyle muhteşem... Yalnızca kaliteli bir oyunculuk ve yönetmenlik gösterisi sunmakla kalmayıp, sinemaya tutkuyla bağlı yaşlı bir adamın 80'lerinin eşiğindeyken bile mesleğinde hâlâ ne denli üretken olabileceğine ilişkin unutulmaz bir ders veriyor sinemaseverlere…

“Gran Torino”, 2002 tarihli “Schmidt Hakkında”dan bu yana Amerikan sinemasının yaşlılık ve yalnızlık üzerine ortaya koyduğu en başarılı yapıt. Üstelik yalnızca bu gibi duygusal temalara odaklanmakla kalmıyor, korkusuzca deşifre ettiği sivil faşist reflekslerle, 11 Eylül sonrasında Batı'da veba gibi yayılan “öteki” paranoyası üzerine de son derece sağlam eleştiriler getiriyor.

Mutlaka izlenmeli ve izletilmeli…



15 yıl önce