Türk sinemasının son yıllarda büyük bir özgüven kazanıp birbiri ardına iddialı projelere girişmesi, gerek kameraların önü gerekse arkasında kimi önemli uluslararası paslaşmaların da yolunu açtı. Osman Sınav'ın çekimleri halen devam etmekte olan son filmi “Pars: Kiraz Operasyonu”nda birlikte çalışmak üzere davet ettiği Danimarkalı görüntü yönetmeni Torben Forsberg de bu dış kaynaklı transferlerden yalnızca biri. 1964-Kopenhag doğumlu sanatçı, 1993 yılında Danimarka Film Okulu'nun görüntü yönetmenliği bölümünden mezun olmuş. Şimdiye kadar 30'un üzerinde TV dizisi, belgesel, kısa metraj ve sinema filmi çeken Forsberg ile “Türkiye deneyimi”ndeki gözlemlerinden başlayarak, çağdaş sinemada görüntüleme teknikleri üzerine özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
- Evet, ülkenizde ilk kez çalışıyorum.
- Eğer bunu Sınav'ın filmi üzerinden ölçecek olursak, batı ülkelerinden geride kalır hiç bir yönünüz olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Burada çok iyi bir ekiple ve en son teknoloji ürünü araç-gereçlerle çalışıyorum. Hattâ, koşullarınız pek çok Avrupa ülkesinden bile daha iyi. Türkiye'ye ayak bastığımdan bu yana beni zorlayan tek şey, iklimin ve ışık şartlarının sık sık değişmesi oldu. Bu da sahnelerde devamlılığı etkiliyor. Ancak bu sorunu da kendi meslekî birikimlerimizle aşıyoruz.
- Bu kesinlikle doğru; ancak sanırım yönetmenimizin Türk sinemasındaki ayrıcalıklı konumu da bizim filmdeki şartları daha bir olumlu yönde etkiliyor. Çünkü, Sınav bana bu işi teklif ettikten sonra topladığım DVD'lerden eski ve yeni pek çok Türk filmi izledim. Gördüğüm yapıtların hepsinin teknik düzeyi aynı değildi. Yeni dönem örnekleri ortalamanın üzerinde, 1990'lardan önce çekilenleri ise çok zayıf buldum.
- Eski filmlerinizde ışık kullanımı son derece başarısız. Işık şefleriniz film aydınlatmasını çoğu kez “ortamı eşit düzeyde ışığa boğmak” olarak algılamışlar. Her sahne, her mekân, her surat pırıl pırıl. Işıkla oluşturulan hiç bir özel atmosfer yok. Yak lambaları objelerin üzerine, mekân ışıl ışıl aydınlansın ve çekim başlasın. Bu iş böyle olmaz. Düz aydınlatmayı kaldıracak senaryo var, kaldırmayacak senaryo var. Sinemada ışık, öykünün anlatımında önemli bir enstrümandır. Ben dozunda ve çoğu kez düşük tutulmuş ışığı severim. Zaten Sınav da benim çektiğim filmlerdeki ışık çalışmasını, özellikle parçalı aydınlatmaları çok beğendiğini ve beni o yüzden filmine görüntü yönetmeni olarak seçtiğini söyledi.
Diğer taraftan, buradaki çalışma koşullarını gördükten sonra Türk sinemasının geleceği adına çok da fazla karamsar değilim. Kısa süre içinde ışık sorununu da kökünden çözersiniz. Çünkü sinemanız müthiş bir hızla gelişiyor. Reklâm teknolojisinin eski reklâmcılarınız eliyle sinema sektörüne transfer edilmesi, son dönemde çekilen yapıtların çıtasını bir hayli yükseltmiş.
- 35 mm ArriCam film kamerası kullanıyorum. Sınav, dijital video kameradan transfer edilen görüntülerle tatmin olacak bir yönetmen değil. Böylesine iddialı bir serüven filmine de video tabanlı çekim yakışmazdı zaten. En iyi kamera modeliyle ve en hassas ham filmlerle çekim yapmaktayım. “Pars” diğer yönleriyle olduğu kadar kaliteli görüntüleriyle de ilgi toplamaya aday bir film. 1.66:1 aspect ratio oranlı görüntüyle çalışıyoruz. Ki bu da Kıta Avrupası'nın günümüzdeki standart geniş perde formatıdır.
- Tam olarak “sinemaskop” değilse bile ona en yakın oran bu. ABD ve İngiltere'de kullanılan tam sinemaskop 1.88:1 oranına sahiptir. Zamanımız dardı ve bu çekim formatına uygun lensleri temin edemedik. Ancak, perdede en az onun kadar tatminkâr sonuçlar veren bu ikinci alternatife başvurduk. Filmi izlerken görsel açıdan büyük bir keyif alacaksınız.
- Eninde sonunda ortadan kaldıracağı kesin; fakat bunun çok yakın bir gelecekte olacağına inanmıyorum. Bu iş için daha en az çeyrek yüzyıllık bir teknolojik evrime ihtiyaç var. Düşük bütçeli çalışmalar bir yana, en ileri video kameralarla çekilip sonradan filme transfer edilmiş yapıtları da izledim. Henüz hiç birinde gerçek anlamda bir sinema duygusu yok. Sinemanın çok uzağında, hâlâ video estetiğine yakın duran bir devinim duygusu ve soğuk renkler gözlemledim bunlarda. Yapılan en son bilimsel ölçümler gösteriyor ki yeryüzündeki en iyi dijital video kameranın resim kalitesi, ancak bir süper 16 mm film karesine eşit. Yani henüz 35 mm standart filmi yakalayabilen bir teknolojiye ulaşılamadı. Hele de videonun IMAX gibi dev film formatlarını yakalayabilmesi için daha çok uzun bir yol katetmesi gerekiyor.
- Ben de zaten olayın en çok bu yönünden dolayı, videoya karşı olabildiğince hoşgörülüyüm. Sinema okulu öğrencileri ve henüz yolun başındaki genç yönetmenler ille de film şeridiyle film çekmeliyim diye tutturmadan, ilk denemelerini bu teknikle yapabilirler. Video kamerayla film çekmekten de çok şey öğrenecekleri kuşku götürmez bir gerçek. Çünkü sette her iki kamerayla da aynı işi yapıyoruz. Ama bence çok güzel bir öykü yakalamış ve bununla sinema tarihine kayıt düşmek isteyen, mesleğinde kıdem sahibi bir yönetmen, elinin altında uygun bir bütçe var ise o hayâlini film şeridine yansıtmalı, video bandın üzerine değil. Kodak şirketi, uygun koşullarda saklandığında siyah beyaz bir filme en az 250, renkli filme ise 100 yıl ömür biçiyor. Henüz dayanıklılık olarak bile bu noktada değil dijital video bantlar. Hard-diske kayıt gibi yöntemler ise hâlâ çok güven vermiyor. Küçücük bir elektronik sorun hafızadaki her şeyi bir anda alıp götürebilir. Oysa bizler, bundan 90-100 yıl önceki ilkel kameralarla çekilmiş siyah-beyaz komedi filmlerini bugün bile perdede rahatça izleyip kahkahalar atıyoruz.
Geleneksel sinema yapım yöntemi, eninde sonunda dijital teknolojilere yenik düşecek. Belki 2030'larda ve sonrasında. Ancak, ben kendi adıma bu hüzünlü finali görmeden emekli olacağımı düşünüyorum.
Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için, Torben Forsberg'in internet sitesi: