|
TARİH HEP TEKERRÜR EDER Mİ?
EYLÜL 1987, ÜSKÜP YOLUNDA

Üskup''e gidecek otobüse binmiş olmama rağmen nedense hâlâ üzerimde bir tedirginlik vardı. Sanki bir şeyler ters gidecekmiş gibi bir duygu var üzerimde.

Mahmut''la birlikte tüm her şeyi hazırlamış, yolculuk palanlarımızı yapmıştık. Ben Üsküp''ten sonra Yugoslavya''nın daha iç kısımlarına doğru Bosna''ya, Sarayova''ya kadar uzanacaktım; Mahmut Üsküp''ten geri dönecekti.

Kapıkule''den çıkış yaptıktan sonra Bulgaristan''a girişimiz tam bir şok oluyor benim için. Bulgar giriş kapısında otobüslerin geçtiği yerde su birikintisi oluşturulmuş, tekerleri ilaçlı suyun içinden geçen otobüsler dezenfekte ediliyor(!) Ne kadar onur kırıcı olduğunu düşünüyorum.

Gümrük işlemleri yapılırken akşam namazını bir kenarda kılıyoruz. Doğrusu biraz da tedirginlik duymuyor değilim namaz kılarken, komünist memurların müdahale edeceğinden endişeleniyorum. Sıkı bir aramadan sonra yola devam ediyoruz.

Otobüste her çeşit yolcu var. Hele yalnız yolculuk yapan ihtiyar bir kadınla otobüs şöförünün Yugoslavya''da kullanılan tüm dilleri konuşmasına rağmen bir türlü iletişim kuramaması gideceğim ülkenin ne denli karmaşık bir mozaikten oluştuğu hakkında fikir vermeye yetiyor.

Otobüsün arka koltuklarında Arnavut gençler var. Ara sıra kendi aralarında şarkı söylüyorlar. Topluca söyledikleri İskender Bey marşının nakaratı Arnavutça bilmiyor olmamama rağmen benim bile dikkatimi çekiyor. Arnavut milliyetçilerinin sembolü İskender Bey. 15. yüzyılda Osmanlı''ya karşı direnen Arnavut beyi...

KASIM 1996, TİRAN

Camide tanıştığım 17 -18 yaşlarındaki delikanlı yağmur altında Tiran''ı gezdirirken ona meydandaki İskender Bey''in at üstündeki heykelini göstererek "Kim bu İskender Bey?" diye soruyorum. "Bir Arnavut kahramanı" şeklinde cevap veriyor. "Kime karşı savaşmış?" Hiç duraksamadan cevap veriyor: "Osmanlı sultanlarına karşı", "Neden?" diye tekrar soruyorum. "Çünkü onlar Müslüman değildi" diyor. Her ne kadar belli etmemeye çalışsam da aldığım cevaplar karşısında şaşkınlığımı gizlemekte zorlanıyorum. Sorularıma devam ediyorum "Peki Arnavutlar''ı İslam''la tanıştıran kim?" "Osmanlılar" diye cevap veriyor hiç düşünmeden. "O zaman İskender Bey sultana karşı neden savaşmış?", bu soru karşısında ilk defa tereddüde düştüğünü, duraksadığını görüyorum. "Bilemiyorum" demekle yetiniyor.

Yağmur altında Tiran caddelerini arşınlarken kısa bir tarih dersi vermeye çalışıyorum. Bir yanda Enver Hoca''dan kalma eğitim sisteminin beyin yıkama yöntemlerine dikkat çekiyor, diğer taraftan ayaküstü bir tarih bilinci aşılamaya çalışıyorum. Tiran''da Birleşik Arap Emirlikleri''nden Kuveyt''e kadar onlarca Arap yardım kuruluşu var. Özellikle cami yaptırmada öndeler. Ama tarih bilinci gibi bir kaygılarının olmaması, bizzat kendilerinin tarih bilinci yoksunu oldukları, yaydıkları Müslümanlık anlayışı ve tarih yorumundan hemen anlaşılıyor. Kendi kendime "Burada dinî bilgi kadar tarih bilinci aşılamak birinci vazife" diyorum.

Arnavut milliyetçiliğinin Osmanlı''nın son zamanlarından beri hep güçlü olduğu da muhakkak. Osmanlı''ya isyan ederek ilk ayrılan Müslüman kavmin Arnavutlar olması tesadüf değil. Arap milliyetçileri bile daha arkadan geliyor. Balkan Savaşı sırasında Arnavutlar isyan ettiğinde "...ben ki Arnavutum" diyen; Türk''ün Kürt''ten ayrılmasına, Laz''ın Çerkez''e üstün tutulmasına hep karşı çıkan Mehmet Akif''in nasıl "yıkıldığını" hatırlamamak mümkün değil.

1987, YUGOSLAVYA SINIRI

Bulgaristan''ı baştan başa geçiyoruz. İşte ismi yenilerde değiştirilen Kırcaali. Gece içinden geçtiğimiz Sofya''da caddelerin bomboş oluşu dikkatimi çekiyor. Buralardan geçerken ister istemez tarihi hatırlamamak mümkün değil. Dümdüz ovalara bakıp "Osmanlı boşuna buralara yönelmemiş" diyorum kendi kendime.

Sabaha karşı Yugoslavya gümrük kapısına dayanıyoruz. Birbirimize belli etmesek de her ikimizde de bir tedirginlik var. Acaba bagajları açacaklar mı, açarlarsa kitaplara bir şey derler mi? "Genelde bagajlara bakmıyorlar" diyor Mahmut. İki büyük çanta dolusu kitap var yanımızda. Daha sonraları, komünist yönetim çökünce faaliyetleri yayınevine dönüşecek olan, el altından teksir ve fotokopi ile kitap çoğaltan üniversiteli gençlere tercüme edebilecekleri kitaplardan aldık yanımıza. İngilizce''den Türkçe''ye kadar Türkiye''deki entelektüel ilgiyi oralara taşıyacak kitaplar. Üsküp''ten, Priştine''den gelen arkadaşların dış dünyadaki entelektüel gelişmelere karşı duydukları açlığı gördükce, onlarla okuduklarımızı paylaşmanın yollarını bulmamız gerektiğini düşünüyorduk. Yabancı olduğumuz için bizim kitaplara bir şey demeyebilirlerdi.

Yugoslav gümrüğüne giriyoruz. Öndeki arabalar pek bekletilmeden geçtiler. Sıra bizim arabada. İçeriye Sırp memur giriyor. Türkçe olarak, "Yolculardan Türk olanlar pasaportlarını versin" diyor. Mahmut''la ben pasaportları uzatıyoruz. Otobüsten aşağıya inmemizi söylüyor. Bir şeylerin ters gittiğini sezinliyorum. Pasaportlarımıza damgayı basıyor ve sadece "Giremezsiniz" diyor. "Neden?" sorusuna bile cevap vermeden, çok kaba biçimde geri dönmemizi işaret ediyor. Yapılacak bir şey yoktu. Bagajları alıp ara bölgeden Bulgaristan tarafına doğru yürüyoruz. Herhalde arabadan birileri ihbar etmişti. Ama neden? Belki namaz kıldığımızı gördükleri için diye yorum yapıyoruz.

Alacakaranlıkta salkım saçak Bulgaristan sınırına dönüyoruz. Girişte "Ne oldu komşu?" diye soruyor Bulgar memur. Pasaportlarımızı veriyoruz, ama işlem yapmak yerine yan taraftaki kulübemsi bekleme yerine alıyorlar ikimizi.

Saatler geçtiği halde ne pasaportumuzu veriyorlar ne de bir açıklama yapıyorlar. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Yugoslavya tarafından yaya olarak günübirlik, sanki tarlaya çalışmaya geliyormuş izlenimi veren Yugoslavlar''ı seyrediyoruz bir müddet. Ellerinde bomboş poşetler olduğu halde tam bir proleter görüntüsü veriyorlar. Bu hallerine rağmen ayakkabılarının içine kadar aranıyorlar tek tek.

İyice sıkıcı bir hal almaya başlamıştı bu bekleyiş. Nihayet öğleye doğru pasaportlarımızı veriyorlar. Şimdi sıra otostop yapıp Türkiye''ye dönmekte. Bu dağ başında kimse arabasına almak istemiyor bizi.

1998, YAZ

Gelen haberlere göre Kosova''da savaş iyice tırmanmaya başladı. Kosova Kurtuluş Ordusu''ndan bir yaralının istanbul''a getirildiğini öğreniyorum. Hemen Hakan Albayrak''la birlikte Fatih''te hastaneye ziyarete gidiyoruz. Daha yirmisinde bile yok; uzun boylu tipik bir Arnavut delikanlı. Bacağından ağır yaralı, epey kan kaybetmiş. Ameliyatın başarılı geçtiğini söylüyor doktorlar. Gayet neşeli görünüyor. "Okuyucularımıza söyleyeceğin bir şey var mı?" diyoruz: "Biz, Sırp zulmüne karşı Kosova''daki Arnavutlar ve Türkler birlikte savaşıyoruz. Hepimiz kardeşiz ve aramızda bir ayrım yok..."

"Tarih bazan tekerrürden ibaret olmayabilir."

25 yıl önce
TARİH HEP TEKERRÜR EDER Mİ?
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit
İstanbul’da bir Yemenli âlim: Abdülmecid el-Zindanî