|
Sinema sanatına yönelik ilgi, bilgi ve algımızın son turnusol kağıdı: "Büşra"

Birazdan sizlere aktaracağım “gişe hasılat rakamları”nı, geçtiğimiz haftanın ortalarında İnsan ve Medeniyet Hareketi Vakfı''nın düzenlediği “Kendi Medeniyet Perspektifimizden Sinemadaki Geleceğimiz” başlıklı panele katılan sınırlı bir dinleyici kitlesiyle de paylaşmıştım.

Konuşma süremin azlığından dolayı orada lâyıkıyla ele alamadığım bu önemli konuyu, köşemde biraz daha etraflıca gündeme getirerek, “mesele”yi matematik biliminin tartışılmaz, çıplak ve kimi zaman da can acıtıcı lisanı üzerinden eksiksiz bir biçimde gözler önüne serme amacındayım.

Aşağıda, 2005 yılından bu yana, öyküleri içinde “dindarlar”, “dindarlık”, “inancın moderniteyle çatışması ve bunun sonucunda tezahür eden trajik insanlık durumları” gibi, mütedeyyin izleyiciyi çok yakından ilgilendiren temaların yer aldığı bir dizi “popüler” sinema filminin ülkemizdeki toplam seyirci rakamlarını bilginize sunuyorum:

1. The İmam / Vizyon Tarihi: 14 Ekim 2005 / Yönetmen: İsmail Güneş / Gösterim Süresi: 10 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 109.799 kişi


2. Takvâ / Vizyon Tarihi: 1 Aralık 2006 / Yönetmen: Özer Kızıltan / Gösterim Süresi: 30 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 349.530 kişi


3. Anka Kuşu / Vizyon Tarihi: 9 Kasım 2007 / Yönetmen: Mesut Uçakan / Gösterim Süresi: 20 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 25.632 kişi


4. Kelebek / Vizyon Tarihi: 1 Mayıs 2009 / Yönetmen: Cihan Taşkın / Gösterim Süresi: 12 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 33.816 kişi


5. Uzak İhtimâl / Vizyon Tarihi: 9 Ekim 2009 / Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun / Gösterim Süresi: 10 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 29.396 kişi


6. Büşrâ / Vizyon Tarihi: 19 Mart 2010 / Yönetmen: Alper Çağlar / Gösterim Süresi: 2 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 24.255 kişi (Halen az sayıdaki salonda gösterimi sürüyor; ancak seyirci ilgisizliği nedeniyle o salonlarda da gösterimden kalkmak üzere…)


Bu “kesin” istatistiklerin altına, ele aldıkları öyküler doğrudan doğruya yukarıda anılan türden dinsel temalarla ilişkili olmamasına karşın, “milliyetçi-muhafazakâr kimlikleri” nedeniyle benzer tandanstaki bir izleyici profili tarafından peşinen kayırılacaklarını varsaydığımız iki “beyaz sinema” akımı yönetmeni, Mesut Uçakan ve İsmail Güneş''in son beş yıl içinde gerçekleştirdikleri diğer iki önemli yapıtı da ekleyerek, ortaya çıkan ticarî tabloyu iyice pekiştirelim:

7. Anne ya da Leyla / Vizyon Tarihi: 5 Mayıs 2006 / Yönetmen: Mesut Uçakan / Gösterim Süresi: 10 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 12.048 kişi


8. Sözün Bittiği Yer / Vizyon Tarihi: 4 Mayıs 2007 / Yönetmen: İsmail Güneş / Gösterim Süresi: 32 Hafta / Toplam Seyirci Sayısı: 54.156


Elimize bir hesap makinesi alıp, Türk sinemasının 2005-2010 yılları arasında ürettiği, içerikleriyle çokça tartışılmış bu 8 yapıtın seyirci rakamlarını alt alta topladığımızda ise şu rakama ulaşıyoruz: 638.632…

Hadi, Anadolu sinemalarındaki kaçak biletler, sayım hataları, biletsiz gösterimler, sinema gösterimini kaçırıp sonradan DVD satın alanlar v.b. istisnai durumları da hakkaniyet çerçevesinde göz önüne alalım ve bendeniz bu iyimser bakış açısıyla -aslında son derece sağlıklı veriler sunan- “Box Office-Türkiye” istatistiklerini kişisel inisiyatif kullanarak bir parça daha artırıp yuvarlayayım.

Sözünü ettiğim kayırma rakamını da üzerine eklediğimizde, son beş yıl içinde, her biri birbirinden ilginç ve hararetli siyasal-sosyolojik tartışmalara yol açmış bu 8 filmi “görmeye ihtiyaç hisseden” toplam seyirci sayımız ite kaka 750.000 kişiye ulaşıyor. Fakat, kesinlikle daha fazlasına değil…

Şimdi, aynı zaman diliminde gösterime girmiş bir başka film daha seçelim…

Fakat, seçeceğimiz film ne sanatsal iddiası, ne de doğurduğu siyasal-sosyolojik tartışmalar itibarıyla, yukarıda sayılanları çok da aşan uç bir örnek olmamalı… Sözgelimi, “Recep İvedik” serisinin artık iyice zıvanadan çıkmış seyirci rakamları, varmaya çalıştığımız sonucu saptırabilecek yanlış bir örnek olur bana göre. O yüzden, böyle bir kıyaslama için çok daha anlamlı bir veri oluşturabileceğini kabul ederek, dilerseniz bir de yönetmen Çağan Irmak''ın orta hâlli yapıtlarından “Issız Adam”ın gişe gelirlerine göz atalım.

“Issız Adam”, 7 Kasım 2008 Cuma günü 116 kopyayla gösterime girmiş ve tam 43 hafta gösterimde kalmış. Yalnızca ilk hafta sonu (cuma, cumartesi, pazar) gösteriminde topladığı seyirci sayısı 55.987 kişi… 43 haftalık genel istatistiği ise 2.788.532 kişiye karşılık geliyor.

Manzarayı daha anlaşılır bir Türkçe ile yorumlarsak, genç bir Beyoğlu zamparasının yalnızlığını anlatan “Issız Adam”, bizim gibi “İslâmcı adam”ların son beş yıl içinde “beyaz sinema”, “ahlâkçı film”, “irfanî film”, “aşkın film”, “sinemada din ve dindarlık”, “dindarların modern hayat karşısında yaşadıkları açmazlar, çektikleri sıkıntılar” gibi önemli konu başlıkları üzerine yazıp çizdiği her şeyi; dahası aramızdan çıkan bazı aksiyoner sanatçıların teoriyle de yetinmeyip pratiğe döktüğü her türlü sinemasal anlatıyı acımasız bir “Pasifik hortumu” gibi dört bir tarafa savurmuş, tek başına bütün bu filmlerin toplamından dört kat daha fazla hasılat elde etmiş.

Yukarıdaki rakam dökümü, Türkiye''de kendisini “dindar” olarak tanımlayan kitlenin sinema sanatıyla seyirci düzlemindeki ilişkilerini net olarak ortaya koyan son derece sağlıklı bir veridir. Bu istatistik, dindarların kimi tartışmalı yapımlar karşısında -çözümlemesi hakikaten ciddi bir ruhbilimsel emek gerektiren- “acayip” tutum ve davranışlarının ticarî sonuçlarına ışık tuttuğu gibi; bir cephesiyle hayatın değişik ve ibret verici yansımalarını sunarken diğer cephesiyle ise altı üstü nitelikli bir eğlence türü olarak algılanması gereken sinema sanatına ne denli “marazî bir perspektif”ten baktıklarının da iç karartıcı ipuçlarını taşımaktadır.

Evet, hanımlar ve beyler! Bizler, yani mütedeyyin sinema yazarları, bu kesimde yıllardır yeni bir sinema düşüncesi üretmeye çabalayan kişiler olarak ne kadar kocaman laflar edersek edelim, içinde yer aldığımız toplumsal çevrenin sinema alanındaki toplam eti ve budu da sonuç olarak bu kadar işte…

Yani, en şişirilmiş rakamlarla bile daha 1 milyon kişiye hitap edemeyen bir mücadelenin izini sürmekteyiz.

Bundan sonraki bütün sözlerimi de yukarıdaki somut verilerin ışığında sarf edeceğim.

* * *


Amerikalı siyahî yönetmen Spike Lee''nin 1990''lı yılların başlarına damgasını vuran kült filmi “Malcolm X”i, vaktiyle Türkiye''ye - bazı yakın dostlarımın kurup işlettiği bir film şirketi olan- Ajans Estet getirmişti.

Daha önceden yapılmış uluslararası anlaşmalara göre, normal koşullarda bu filmin ithalat ve gösterimine tâlip olması gereken şirket Özen Film''di; çünkü Lee''nin yapıtının Avrupa dağıtım hakları Özen''in yetki alanına giriyordu. Fakat, filmden ve anlattığı öykünün Müslüman duyarlılıklarına seslenen boyutundan sektördeki kıdemli rakiplerine göre biraz daha erken haberdar olan sinemacı dostlarım, “Malcolm X”in yapımcısı Largo Entertainment''e doğrudan bir başvuru yaparak filmin Türkiye işletme haklarını almayı başardılar. Anılan filmin üç saatlik uzunluğuyla sinema gösterimi açısından fazlaca hantal bir görünüm sunduğunu düşünen Özen Film yetkilileri, kendileri aşılarak gerçekleştirilen bu ticarî atağı pek de fazla dert etmediler, Estet''in bağımsız olarak getirdiği bir Amerikan yapımı olarak, onu şirketlerine bağlı zincir salonlarda (yarı yarıya bir gişe geliri paylaşımıyla) göstermeyi kabul ettiler.

1993 yılında, “Malcolm X”in görücüye çıktığı ilk hafta, Spike Lee''nin ünlü filmini oynatan salonlardan biri olan Çemberlitaş-Şafak''taydım. Merakla beklediğim bu filmi büyük bir keyifle izledikten hemen sonra da “Gişe rakamları açısından vaziyet nasıl?” diye sormak üzere, yine sektörden bir dostum olan salon müdürünü ziyaret etmiştim. Müdür Selim Hergül''ün odasına konuk olduğumda kendisiyle yaptığımız sohbeti, aradan geçen 17 yıl boyunca hiç unutmadım.

“Malcolm X''in gösterimi nasıl gidiyor ağabey? Memnun musunuz bari gişesinden?” dediğimde, -kulakları çınlasın- liberal çizgideki bir sinemacı olan sevgili Hergül, “Yok be Muratçığım” demişti yüzünü buruşturarak, “Sizin mukaddesatçı kesim resmen fos çıktı. Böyle giderse ikinci haftaya kalmaz, kaldırırız gösterimden. Çünkü, her seansı en fazla 3-5 kişiye oynatıyoruz, bu da sinema makinesinin lamba parasını karşılamaya bile yetmiyor.”

Arkadaşlarımın -gösterim süresinden dolayı Özen Film şirketinin en başından beri pek fazla yüz vermediği- bu nadide yapıtı, yüzbinlerce Amerikan doları bayılarak, ne denli büyük zorluklar içinde Türk seyircisiyle buluşturduklarını yakından bildiğimden dolayı, işletmecinin yaptığı tatsız açıklama benim de tadımı kaçırmıştı. Yüzümdeki hayâl kırıklığını fark eden Selim ağabey, o tarihten sonra sinema-para ilişkileri her açıldığında kulağıma küpe olan şu unutulmaz sözleri sarf edecekti:

“Bak genç dostum, sinemacılık çok acımasız bir iş… Bana dünyanın en fazla ödül kazanmış filmini bile getirsen, eğer ben onu burada gösterime soktuğumda salonum her seansta en az yarı yarıya dolmuyorsa, ticarî bir verim alamıyorsam, o film benim ve emrimdeki personelim için dünyanın en sevimsiz filmidir. Bu sinemanın sabah kapılarını açmasından akşam kapatmasına kadar her gün değişmez giderleri var. Hiç film oynatmasak bile, kapıyı açtığımız anda bu harcamaları yapmaya başlıyoruz. Elektrikler yanıyor, sular akıyor, klimalar çalışıyor, iki düzine eleman içeride koşturuyor. Bu arada, mekân ve film kirası da tıkır tıkır işliyor. O yüzden, sinemacılar filmlerin ideolojisine falan bakmazlar. Önemli olan o filmin iyi iş yapıp yapmadığıdır.

Sözgelimi ben, sizin tarafa pek yakın bir adam değilim; fakat İslâmî kesimin bir kaç yıl önceki filmlerinden biri olan ''Minyeli Abdullah'' gösterime girdiğinde ağzımın suları akmıştı, ''Keşke o filmi ben de gösterebilsem'' demiştim. Çünkü, ''Minyeli''yi oynatan salonlar haftalarca dolup dolup taştı, bu da hepimizin dikkatini çekti.

Bizlere ideoloji falan değil, iş yapan filmler gerekli… İş yapıyorsa en dinci filmi bile bayıla bayıla gösteriririz. Öte yanda, isterse sanat filminin feriştahı gelsin, ilk üç gün içinde herhangi bir hareketlilik olmamışsa, işletmeci olarak bizlere bir şeyler kazandırmamışsa ondan derhal soğuruz. Sinema işletmeciliği bütün dünyada böyle yürür. ''İyi film'' gişe yapan filmdir; mesaj verme gibi fasıllar ondan sonra gelir.”

Nitekim, “Malcolm X”, olanca kalitesi ve etkileyiciliğine karşın, ülkemiz salonlarında öyle aman aman bir başarı elde edemedi ve kısa bir süre sonra da gösterimden kalktı. Tıpkı, aynı arkadaşların iki yıl sonra gösterime sundukları, Fransız düşünür ve yazar Bernard Henry-Levi''nin muhteşem belgeseli “Bosna!”nın, o tarihlerde “Bosna! Bosna! Sen bizim canımızsın, kanımızsın!” diye yeri göğü inleten İslâmî kesimden zerrece teveccüh görmeyip, Türkiye''de gişe tarihinin en korkunç hezimetlerinden birini yaşadığı gibi…

Son yıllarda, “Recep İvedik”, “Kutsal Damacana”, “Eyyvah Eyvah”, “Gora”, “Arog”, “Yahşi Batı” gibi popüler ticarî filmlerin sinema salonlarındaki yüksek gişe performanslarını gördükçe, aklıma sık sık Özen Film''in emektar müdürüyle uzun zaman önce yaptığım o konuşma gelip duruyor. Çünkü, sektördeki denklemi öylesine samimi, yalın ve dolambaçsız bir üslûpla dile getirmişti ki Selim ağabey, bugün de muhabbet ettiğim yeni kuşak işletmecilerden tamamen aynı yönde sözler dinlemekteyim. Sinemanın “ticaret boyutu”nun çok erken yaşlarda farkına varmama ve bu hususu yazılarımda en üst düzeyde önemsememe vesile olmuştu yıllar önceki o sohbet…

* * *


Bundan beş yıl önce, Yeni Şafak-sinema sayfasını kurup editörlüğünü üstlendiğim günlerde, henüz ikinci hafta itibarıyla “Ben seni ve filmlerini seviyorum İsmail Güneş” başlıklı bir yazı yazmıştım. Söz konusu yazı, yönetmen Güneş''in o günlerde mütedeyyin kesimde yoğun olarak tartışılan, fakat (beyaz sinemacıların çektiği yığınla film gibi) gişede pek de hayırlı bir sonuç alamayan olaylı filmi “The İmam”a yönelik seyirci ilgisizliğini kıyasıya eleştirmekteydi.

Analitik düşünmeyi kendisine kılavuz edinmiş bir avuç dindar okur dışında, geniş bir muhatap kitlesinin bu öfkeli yazının mantığını ve maksadını anlamalarını kesinlikle beklemiyordum doğrusu… Nitekim, anlamadılar da; pek çok kişi bana haftalar boyunca -zaten çok iyi bildiğim üç beş beylik argümanın eşliğinde- laf sokmaya çabalayan mesajlar gönderip durdu. Gelen mesajlarda, “The İmam” için başlatılan organize karşı duruşun gerekçeleri, sanki metinlerin aralarına karbon kopya kâğıtları konulmuşçasına hep aynıydı.

Yok efendim, filmin yönetmeni İsmail Güneş “Bu filmi bütün İmam-Hatipler mutlaka izlemek zorundalar” demiş de… Nasıl ve ne hakla böyle bir şey dermiş de… Yok efendim, filmin başrol oyuncusu Eşref Ziya hiç de ahım şahım bir sanatçı değilmiş de… Böyle filmler İslâmî gençliğin gerçeğini kesinlikle yansıtmıyormuş da… Bla bla bla!

Hele, şu “İslâmî kesimin gerçeğini kesinlikle yansıtmama” kalıbı, çeşitli sanat ürünlerine karşı bu tür toplu gard almalarda öylesine meşhur, o kadar beylik bir savunmadır ki… Nitekim, içinde bulunduğumuz günlerde aynı beylik savunma “Büşra” filmi için de ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor.

Ben ise çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir İslâmî kesimin tam orta yerinde yer alan ve “o kesimin gerçeğini neyin yansıtıp neyin yansıtmadığını” bana akıl verenlerden çok daha iyi bilen bir adam olarak, kimileri düpedüz hakaret sınırını aşmış durumdaki bütün o mesajları yine de tek tek, sükûnetle cevaplandırdım; mesaj sahiplerini bu tür önemsiz ayrıntıları bir yana bırakıp “hayatın büyük resmi”ni görmeleri konusunda dostça uyarmaya çalıştım. Sonradan, aralarından pek azı tam olarak neyi kastettiğimi anlamayı başardılar ki bunu bile kendi meslekî mücadelem adına önemli ve değerli bir kazanım olarak kabul etmekteyim.

O tarihten bu yana sürüp giden yazarlık serüvenimde, kendilerini “dindar” olarak tanımlayan sinemaseverlerin ya da en azından -çok genel bir çerçevede bile olsa- sanat tüketmeye meyyal yoldaşlarımızın her türlü önyargıdan uzak bir biçimde görmelerini dilediğim “büyük resim” üç aşağı beş yukarı şudur:

Sinema, üretimi hem maddî hem de manevî açıdan son derece zorlayıcı bir sanat dalı… Bir filmin seyirciyle buluşma sürecinde, senaryonun tasarlanmaya başlandığı ilk beyin fırtınası toplantısında yer alan kişilerden o filmin gösterime girmesiyle birlikte “on dakika ara”larda mısır satan büfeciye kadar yüzlerce, bazen de binlerce insan fiilen görev alıyor. Bütün o ekibin bu süreçten bir tek beklentisi var: Filmleri iş yapsın, salonlar dolsun, ortalığı hareket ve bereket kaplasın. Gelen parayla da yeni yeni filmler üretilsin. Böylelikle, ulusal sinema endüstrimiz ayakta kalsın.

Bir tane İslâmî temalı film yaptınız, gişede iki seksen yere uzandı.

İkinciyi yaptınız, o da nakavt oldu.

Sonra üçüncü… Dördüncü… Beşinci…

Yaptığınız İslâmî içerikli filmlerin hepsinde yoğun bir seyirci ilgisizliğiyle karşılaşıp mâlî açıdan hezimete uğradınız.

Eğer çöpe atacak daha fazla paranız yok ise, hem ruh sağlığınızı korumak, hem de ticaretin evrensel kuralları gereğince, sizi her seferinde ağır zararlara uğratan bu konseptten ister istemez uzaklaşmaya başlarsınız. Film yapım işinin dağıtım cephesi o konseptin ne olduğunu (yıllar önce Selim Hergül''ün bana Şafak Sineması''nın müdüriyet odasında söylediği gibi) asla umursamaz. Umursadığı tek şey, ondan artık kendisine hayır gelmeyeceği gerçeğidir. Bu verimsiz konseptin adı “aşk filmleri” de olabilir, “aksiyon filmleri” de, “İslâmî temalı dinî / ahlâkî filmler” de…

Zarar eden her fikir en fazla bir kaç idealistçe denemeden sonra terk edilir; sonrasında da artık hiç kimse onun yanına yanaşmaz. O yüzden, seyircisi yoksa, “İslâmî sinema” da olmayacaktır.

Rahmetli Yücel Çakmaklı, ömrünün son 15 yılını bir tek sinema filmi bile yapamadan geçirdi; olgunluk dönemi ürünlerini veremeden bu dünyadan göçüp gitti.

Mesut Uçakan, yeni projeleri için artık hiç bir finans kaynağı bulamıyor.

Aynı şekilde, İsmail Güneş de öyle…

1980''lerin başarılı “beyaz sinemacısı” Salih Diriklik deseniz, o zaten seyirciye ve sektöre herkesten önce küsüp, daha yıllar önce aslî mesleği olan hekimliğe geri döndü. Şimdilerde sinemayla tek ilgisi, arada sırada sinemaya gitmekten ibaret!

1990''larda “Bize Nasıl Kıydınız” ile büyük bir çıkış yakalayan Metin Çamurcu en az on yıldır ortalıklarda yok.

Aynı şekilde, hem oyuncu, hem senarist, hem de yönetmen olarak kendi çapında saygıya değer projelere imza atan güzel kalpli beyaz sinema mücahidi Nurettin Özel de öyle…

1970''de Yücel ağabeyin ortaya çıkışıyla birlikte temelleri atılan “beyaz sinema akımı”nın -sayıları zaten ite kaka bir düzineyi ancak bulabilmiş- bütün savaşçılarını yalnızca on yıl içinde bozuk para gibi harcadık; hepsi küskün, kırgın ve iflas etmiş bir durumda köşelerine çekildiler.

Bu yok oluş sürecinde işlenen günahların yarısı doğrudan o sinemacılara ait ise diğer yarısı da onları kararlı bir çabayla desteklemeyi, zaaflar içeren yapıtlarına belli ölçüde avans vermeyi “gururlarına yapılmış ağır bir saldırı” olarak kabul eden haddinden fazla kibirli dindar seyirciye aittir.

Çakmaklı''ya, Uçakan''a, Güneş''e ve bu sanatçıların diğer bir kaç takipçisine bol keseden giydirip durmak marifet değildi. Marifet, ülkenin sosyo-ekonomik koşulları gereğince maça zaten 3-0 mağlup başlayan bu insanları, belli bir insaf ve iyi niyet eşliğinde, olgunluk dönemlerine erişmelerine kadar sabırla desteklemekti. Velev ki filmlerinde kimi felsefî, ideolojik ya da teknik-estetik hatalar yapmış olsalar bile, onları -iki paket sigaranın karşılığı olan birer bilet parasına kıyıp- hafızada biriken somut veriler üzerinden, yapıtlarını alıcı gözüyle izledikten sonra eleştirmekti erdemli olan davranış…

“Bir Uçakan / Güneş / Çakmaklı filminden ne gibi bir beklentim olabilir ki? İzlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Ben o bilet parasını Sokurov / Mecidî / Tarantino filmlerine harcamayı daha uygun buluyorum” diyerek kendilerince rafine bir sanatın peşinde koştukları hezeyanındaki yanar-döner bir kitleye yaslanma gafletini sergileyen bütün bu insanlar, şimdilerde son yıllarda çektikleri filmlerin Kültür Bakanlığı ve banka kredi borçlarını ödemek için tek başlarına çırpınıp duruyorlar. Öte tarafta ise “Türkiyeli İslâmcı”nın kendisine yönelik derin hayranlığı Alexander Sokurov''un pek umurunda!

Türkiye''deki dindar sinema seyircisinin (ki aslında rakamlar bu kategoride öyle pek de ciddiye alınabilecek bir seyirci kitlesinin olmadığını gayet açık bir biçimde gösteriyor bizlere) “kendisini anlatan”, en azından anlatmayı deneyen sinemasal öykülere yönelik bu hoyrat tutumu, 2000''lerle birlikte, yani kendi sinemacılarını iyice öğütüp yok ettikten sonra, şimdilerde istikamet değiştirerek bambaşka bir hedefe doğru yönelmiş bulunuyor. O hedef de özel hayatlarında dindar bir kimlik taşımamalarına karşın, Türkiye''de birey-din-devlet ilişkilerindeki çarpıklıklara en azından entelektüel düzlemde ve sosyolojik birer vâkıâ olarak merak duyan genç yönetmenlerin heveslerini kırmak…

Bu tür bir reddiye hareketi, ilk olarak 2007''de yönetmen Özer Kızıltan''ın “Takvâ”sına karşı gerçekleştirildi. Kendi hâllerinde yaşayıp giden mütedeyyin insanların 28 Şubat post-modern darbesi sonrasındaki savruluşunu son derece ölçülü, saygılı ve dikkatli bir anlama-anlamlandırma çabası olarak gördüğüm bu muhteşem film, daha sinemaya gitme alışkanlığı bile kazanamadan her biri emsalsiz birer “sinema allamesi”ne dönüşmüş durumdaki “teenage” bir kitle tarafından o tarihlerde düpedüz aforoz ediliyordu. Ağırbaşlı bir sosyalistin, ülkenin toplumsal dokusunun en stabil kesiminde yaşanan yıkıcı bir fırtınayı, bununla birlikte ortaya çıkan trajedileri -o trajedilerin yitik kahramanlarını kesinlikle aşağılamadan- mercek altına aldığı etkileyici filmini, içinde yer alan ve toplam uzunluğu iki dakikayı bile bulmayan 3-4 tane “erotik rüya görme sahnesi”ne kurban etti bizim “genç allame takımı”… Üstelik, pek çoğu da hedeflerindeki filmi oturup doğru düzgün izlemeden, sağdan soldan duydukları dedikodularla yaptılar bunu. Halbuki, beğenseler de beğenmeseler de “Takvâ” onların öyküsüydü. Üstelik, söz konusu yapıtı tam bir gözü dönmüşlük içinde yerden yere vururken, filmin baş kahramanının yaşadığı ahlâki çöküşün gerçek hayattaki karşılıkları üzerine orada burada ahkâm kesmeyi de pişkinlikle sürdürdüler.

Yeniçeriler''in Sultan 3''üncü Selim''in kapısına dayanıp “İstemezük!” diye haykırışlarını andıran bu tür sinemasal kazan kaldırmaların en sonuncusu ise son bir kaç aydır Alper Çağlar''ın “Büşra” filmi için yürütülüyor. Bahse konu olan film daha kurgu masasındayken sosyal paylaşım sitelerinde “Büşra, kesinlikle Müslümanların gerçeği değildir” gibi iddialı isimler verdikleri gruplar oluşturmaya başlayan bu öfkeli kitle, hayatta -imân dahil- başka hiç bir konuda sergilemediği kadar katı bir inatçılıkla Çağlar''ın filmini boykot etti, halen de etmeyi sürdürüyor.

Büşra kusursuz bir film miydi; değildi hiç kuşkusuz… Ancak, henüz 28 yaşındaki çiçeği burnunda bir yönetmenin ilk filmi olarak sinemasal anlamda yeterince olgun, başörtüsü sorununa ideolojik yaklaşımı itibarıyla da şaşırtıcı düzeyde tarafsızdı. Ancak, “sinema” denilince beyazperdede kimi İslâmcı kanalların yaptığı “Sır''lı” programlardaki gibi omuzlarına kanat takmış, sis makinelerinin dumanları arasında uçuşan beyaz entarili kahramanlar görme arzusundaki bir kesim, (benzerleri çağdaş toplumsal yapımızda asla ve kat''a gözlenmediği için olsa gerek!) başını örtmüş, altına da öyle seksi meksi değil, resmen çuval gibi bir kot giymiş olan Büşra''dan günahı kadar hazzetmedi; onu enine boyuna tartışmak için bile izlemeye gerek duymadı.

Ki zaten bizim de daha haftalar öncesinde farkında olduğumuz bir ticarî akıbetti bu. O yüzdendir ki filmin değerlendirmesini yaptığımız 21 Mart Pazar günkü yazımızı bakın hangi satırlarla bitirmişiz:

“Öte yandan, bütün bu güzelliklerine karşın, ''Büşra''nın potansiyel izleyici kitlesinin içinde çok da kayda değer sayıda mütedeyyin sinemasever olmayacaktır. Çünkü, onlar zaten bu filmi daha aylar önce, çekildiğini ilk duydukları gün (tıpkı daha önce ''The İmam'' ve ''Takvâ''ya yaptıkları gibi) yargılayıp, savunmasını falan almadan astılar.

Aynı şekilde, insanî gündemlerinde başörtüsü zulmü bulunmayan jakoben solcular, bu giyim tarzını laik cumhuriyete yönelik en ciddi tehdit olarak gören ulusalcılar da izlemeye gerek duymayacaktır Alper Çağlar''ın yapıtını...

Öyleyse, çok önemli şeyler anlatan bu güzelim filmin toplumsal paylaşımı için geriye bir tek ihtimâl kalıyor; o da hayatta daima objektif olmayı ilke edinmiş, vicdanından başka hiç kimseye borcu bulunmayan has sinemaseverler!”

* * *


Dindar seyirci, sinema sanatıyla öteden beri bir türlü rasyonel ilişkiler kuramıyor. Onun “ilişki” ya da “sinemaseverlik” olarak adlandırdığı şey ise partnerinden yalnızca iltifat duymak isteyen hasta ruhlu bir nişanlının takıntılı tavırlarından farksız…

Ben de bu yaklaşımın son yıllardaki bir dizi can sıkıcı tezahürünü sıraladım sizlere…

İsteyenlere verebileceğim daha yığınla örnek var heybemde…. Sözgelimi, Türk sinema tarihinin en sevecen, en pozitif imam figürünü ortaya koyan bir film olarak hâlâ sevgiyle hatırladığım 2006 tarihli “Dondurmam Gaymak”ın başına gelenler…

Yönetmen Yüksel Aksu''nun bu cesur yapıtına yönelik iltifatkâr yazımdan sonra, çoğunluğunu dindar kadınların oluşturduğu bir grup okur, “Sen nasıl olur da böylesine terbiyesiz bir filmi bize översin?” diyerek şahsımı eleştiri bombardımana tutmuşlardı. Bu okurların, genç yönetmen Aksu''nun “havadaki nemden kıl kapan” son derece jakoben tavırlı bir sinema sektörü karşısında, kariyeri adına ciddi biçimde risk alarak çektiği o filmde “terbiyesizlik” olarak addedikleri şey ise günümüzde bu ülkede hangi köye giderseniz gidin, konuk olduğunuz ahalinin ev ortamında sıklıkla duyabileceğiniz türden üç-beş adet argo espriydi. Bu toplumsal cephe artık o kadar püriten bir hayat tarzının, öylesine sürreel (ve aslında hiç var olmayan!) bir ahlâkın savunucusu hâline gelmiş durumda ki günlük hayatta duyduklarında doğru düzgün tepki bile vermedikleri bazı argo söz ve davranışlarla beyazperdede karşılaşınca sıfır tahammül sergilemekteler!

Oysa, sinema hayatın bir yansıması ve “maksadı olan argo” da -tıpkı ayarında tutulmuş bir şiddet ve cinsellik tezahürü gibi- ele aldığı o hayatları yansıtmada sinemacı için zaman zaman çok gerekli birer enstrüman olabilir. Yeter ki bu gibi ifade araçları düşük kalibreli bir sinemacının elinde vıcık vıcık bir sömürünün taşıyıcılarına dönüşmesin.

Sonuç olarak, ülkemizde son yıllarda yaşanan huzursuzluk verici siyasal kutuplaşmaya paralel biçimde, dindarların da her geçen gün benmerkezci bir radikalizmin pençesine biraz daha fazla sürüklendiği gözleniyor. Sanat algılarının hemen her cephesinde olduğu gibi, bir türlü yerli yerine oturtamadıkları sinemaseverlikleri de bu hoyrat ve köşeli bakış açısından nasibini fazlasıyla alıyor doğal olarak…

Oysa, “mesele” öteden beri çok açık… Yazılarımız ve konuşmalarımızda, bizleri, inançlarımızı ve söylemlerimizi ciddiye alan “temiz bir sinema” istiyoruz. En azından teorik olarak bu böyle…

Fakat, aynı alana “bismillah” deyip bir tarafından girmeyi deneyen -İslâmcı, miliyetçi, liberal ya da sosyalist- bütün yönetmenleri ve onların yapıtlarını gözümüzü bile kırpmadan reddedip harcama telaşı içindeyiz. İslâmî kesimde, çoğu yakın dönemlerde yaşanmış, bir kısmı da halen yaşanmakta olan, toplumun bütün kesimlerinin tanık olduğu kimi yozlaşma örneklerine karşı eleştiri kapılarını da -üstüne dört tane asma kilit vurarak- bütün bütün kapatmış durumdayız. Doğru düzgün birer eleştiri bile sayılamayacak, olsa olsa “vâkıânın tespiti” olarak tanımlanabilecek en masum sinemasal göndermelere bile “mürtedlik”, “hainlik”, “hakaret” olarak bakarken, Türk sinemasında “dini ve dindarları önemseyen” yeni bir bakış açısının doğmasını beklemek gibi traji-komik bir paradoksun içinde çaresizce yüzüp durmaktayız.

Bütün hayatını sinema dünyasının içinde geçirmiş biri olarak, an itibarıyla sektörde yaşanan manzaranın tercümesini de bu bilgi birikiminden kaynaklanan yüksek bir özgüven içinde yapıyorum. Velev ki birileri bu dediklerime kızmış olsun, umurumda bile değil! Gerçek olan tek şey, gerçeğin yine bu anlattıklarım olduğudur.

Farklı meşreplerden bir çok sinemacı, geride bıraktığımız yıllarda “din”in kırılgan bahçesine girmeyi denedi. Bunların bir kısmı elbette ki kötü niyetli olabilir; fakat hepsi de “Ortalığı şöyle güzelce bir karıştıralım” diyerek ilgi duymadılar bu alana. Bazıları girdikleri bahçenin gizemlerini gerçekten de merak etti ve olup biteni anlamak istedi. Buna karşılık, istisnasız hepsi, böylesi öykülerin en öncelikli müşterisi olmaları beklenen bir kesim tarafından öfkeyle geri püskürtüldü.

Bütün bu hırçın tavırlar da yeni projelere binbir güçlük içinde para bulmaya çabalayan yapımcılardan, halkın bütün kesimlerinin ilgisini çekebilecek özgün bir öykünün arayışı içindeki senaristlere kadar, son dönemde Türk sinemasında aktif olarak görev yapan insanların kafasında şu katı yargıyı oluşturmuş bulunuyor:

“Türkiye''de dinle ilişkili hiç bir film iş yapmaz. Çünkü dindarlar sinemaya falan gitmiyor. Gitmek bir yana, böyle filmlerin adını duyduklarında bile sinir krizleri geçiriyorlar. O yüzden de bu kategorideki projelere para ve zaman yatırmak büyük bir aptallıktır.”

Gerek muhafazakâr medya ve kamuoyunun tek tük çekilen İslâmî içerikli filmlere yönelik acımasız yaklaşımına, gerekse bu filmlerin şimdiye kadar elde ettikleri pespaye gişe rakamlarına bakıldığında, sağlıklı çalışan bir aklın varabileceği yegâne sonuç budur. O yüzden, önde gelen yapımcılar da artık büyük ölçüde bu istikamette düşünüyor.

Oysa, dindar seyirci, Çakmaklı''nın “Birleşen Yollar”ı çektiği 1970''den bu yana, geride bıraktığımız 40 yıl boyunca hiç bir dönemde bu kadar bağnazlaşmamıştı. Ki bu olumsuz gelişmenin nedeni gayet açık aslında… Son bir kaç yıldır “Ulusalcı-Ergenekoncu” takımıyla girilen vahşi hesaplaşmanın yol açtığı toplumsal travma, her iki tarafın “itidalli davranma” kabiliyetini bütünüyle ortadan kaldırdı. Sosyal psikoloji biliminin ilgi alanına giren bu yeni ve çarpık bakış açısı ise her iki cephede saf tutmuş olan öfkeli kalabalıkların artık “en düzeyli eleştiri”yi bile “ağır hakaret” olarak algılaması sonucunu doğuruyor.

Ve ne yazık ki “inanç sineması” da dış gözlem ve eleştiriye karşı alabildiğine hoşgörüsüzleşen toplumsal saflaşmanın ilk önemli kurbanına dönüştü. Ortalıkta, Kur''an''ın tek satırını okumadan onun üzerine ahkâm kesen ne kadar din düşmanı varsa, “Takvâ” ve “Büşra” gibi filmlerin tek bir karesini bile izlemeden onları çekenleri hacamat etmeye yeminli o kadar dindar olması da bunun en güzel kanıtı…

Tozun dumana, at izinin it izine karıştığı böylesine arızalı bir ortamda, farklı düşünenlerle dostça iletişim kurmayı ve giderek birbirini anlamayı vaaz eden bizim gibi nesli tükenmiş adamların sarf ettiği barışçıl sözlerin de toplumsal bir karşılığı bulunmuyor doğal olarak…

O yüzden, bundan böyle, yolunu şaşırıp bu mayınlı araziye girmeye çalışan bütün sinemacılar, din konusunda mutedil bir yaklaşımın izini sürmek yerine, “Vedâ” gibi misyon filmlerinin -sanatseverlikte ezici çoğunluğu oluşturan- garantili müşterilerine oynamayı tercih edeceklerdir. Çünkü diğer cephede kendileri için yeterli ilgi de yok, yeterli takdir ve para da…

Nitekim, yakın zamanda bunlardan iki tanesiyle yüzleşmeye şimdiden hazırlıklı olun.

İran asıllı Amerikalı yönetmen Cyrus Nowrasteh''nin “Süreyya''nın Taşlanması” adlı filmi, Batı''nın pek sevdiği bir tema olan “İran üzerinden İslâm''a giydirme” odaklı öyküsüyle 14 Mayıs Cuma günü gösterime girecek. Adım kadar eminim ki ülkede faaliyette olan bütün feminist-kemâlist örgütlenmeler bu filmi ülkenin dört bir köşesindeki sempatizanlarıyla birlikte hiç fire vermeden topluca izleyecek ve medyada da yoğun biçimde tartışılmasını sağlayacaklar.

İkinci film ise, konusu ve oyuncu kadrosuyla bu toprakları daha bir yakından ilgilendiriyor. 1990''ların (mütedeyyin kesimi faiz manyağı yapan) “İslâmcı holdingler” faciasında bütün birikimini Almanya merkezli sahtekâr bir finans şirketine kaptırarak dağılan tamahkâr bir ailenin trajedisinin anlatıldığı “Takiyye: Allah''ın Yolunda”, Türkiye''de dindar sinemacıların çekmeye asla cesaret edemeyeceği bir konuya el atarak, her zaman yapageldiğimiz üzere halının altına süpürüp unutmayı tercih ettiğimiz utanç verici bir dönemi sorguluyor. Alman yönetmen Ben Verbong''un çektiği bu film de 7 Mayıs Cuma günü gösterimde…

Ne demişler, “Sen çekemiyorsan, başkaları çeker!”

Gerek seyirci, gerekse yapımcı-senarist-yönetmen cephesinden bakıldığında sinema algısı bu denli köşeli ve sığ olan bir toplumsal kesim, sinemayı daha rasyonel bir bakış açısıyla yorumlayan rakipleri tarafından fena hâlde hırpalanmaya da peşinen hazırlıklı olmalıdır.

Ben, bu uzun yazıyla, -hiçbir şeyin düzelmeyeceğini bile bile- söyleyeceğimi bir kez daha özgürce söylemiş ve ulusal sinema tarihimize bir kayıt daha düşmüş olmayı istedim.

Gerisini de her şeyde olduğu gibi yine Rabbimiz bilir.

14 yıl önce
Sinema sanatına yönelik ilgi, bilgi ve algımızın son turnusol kağıdı: "Büşra"
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?
İran’da değişimin ayak sesleri…
İslâmcılık, milliyetçilik ve tam bağımsızlık