|
CHP yine kendi ayağına sıktı...

Birgül Ayman hanımefendi, "Denize dökme" ifadesini çağrıştıran bir üslupla İzmir"in (AK Parti"nin eline) "düşüp düşmemesinden" söz ederek yaptığı gafı henüz tamir etme fırsatı bulamadan yine ortalığı karıştırdı. Daha doğrusu CHP"yi karıştırdı.

Chomsky"nin "Batı ruhunu kaybetti!" tespitine takla attırarak, Cumhuriyet"i inşa etmiş büyük bir ruhla kurulmuş olan CHP"nin uzun zamandır ruhunu kaybettiğini söylediğimizde bize tam olarak hak vermek istememiş olanlar, Sayın milletvekilim sayesinde ne demek istediğimizi herhalde anlamışlardır…

Sayın Güler, "''Türk ulusuyla Kürt milliyetini bana eşit gördüremezsiniz"'' dedikten sonra tepkiler ayyuka çıkınca bir basın toplantısı düzenledi ve bu kez de diretmeyi ve ısrarı seçti.

Hanımefendi "Konuşmanız ırkçılık olarak değerlendirildi; bunu kabul ediyor musunuz?" sorusuna yanıt olarak "Tabii ki kabul etmem. Çünkü niyetim bu değildi. Sözlerim amacını aşmıştır. Verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim" demek varken, sanki hedef kitlesi aydınlar olan ve kendisinden de okkalı laflar beklenen bir panelistmiş gibi "sayfalarca" konuşurken, şunları söyledi:

"Katiyen kabul etmiyorum. Çünkü Türk kavramı bir ırkı ya da etnisiteyi anlatmaz. Yüz yıla yakın zamandır Türk kavramı Anayasa"da yazılı olan ulusal vatandaşlığın adıdır ... Etnik elbiselere sıkışmayalım, özgürleşelim … Türk vatandaşlığı kavramı bütün bu farklılıklara karşı körleşmek, özgürleşmek anlamına gelir. O nedenle "Türk ulusu, Kürt milliyeti" diye bilimsel kavramları kullandım. Biraz soğukkanlı düşünmek ve gerçekten bilimsel kavramlarla düşünmek zorundayız … Irkçılık biçimindeki o değerlendirmeyi iki tür nitelendirebilirim ya cahildirler ya da kötü niyetli…"

Bir siyasetçiye "Irkçı!" diye yüklenmek ne kadar sevimsiz ve suni bir durumsa, Türk-Kürt meselesindeki hassasiyeti görmezden gelerek "eşitsizlikten" dem vurmak, ardından da "bilimsellik" zırhını giymeye çalışmak da bir o kadar tatsız bir tutum.

Siyasetçi neyin önemli ve öncelikli olduğunu ve partisinin hedeflerine ulaşabilmesi yolunda etkili olabilmek için nasıl konuşması gerektiğini bilen kişidir. Hem "ehem ile mühim arasındaki farkı" idrak edecek ve hem de kendisini destekleyen insanların sorumluluğunu duyarak konuşacak.

Hedef kitlenin, tabanın nabzını tutma becerisi, siyasal iletişimin öze dair en temel meselelerinden biridir. Siyasi iletişimde "tabanın sesi" olabilmek çok büyük bir sorumluluk gerektirir. Çünkü "Nabzı tutuyorum", derken "filtreleri" kaldırırsanız ve sizlere oy verenler arasında olup da, içindekini dışarıya vururken "sınırsız sorumsuz" konuşma özgürlüğüne sahip olduğunu düşünenlerle aynı dili kullanırsanız, "sizi ben bile kurtaramam" (İsmet Paşa)…

Önce "Kurtuluş savaşında Rumlara etnik temizlik yapıldı" diyen CHP milletvekili sayın Hüseyin Aygün"ün ardından siyaset gündemine iki nükleer bomba yollayan Sayın Ayman… CHP kendi ayağına kurşun sıkmayı sürdürüyor… Yapılacak şey çok belli de; yapacak irade yapacak mı onları o belli değil…

Dijital pazarlamayı anlamak için…

Bence tartışmasız alanında yazılmış en ciddi, en kapsamlı kitap, mükemmel bir çalışma: Yrd. Doç. Dr. Fatoş Karahasan (ne hikmetse tevazuu abartıp akademik unvanını pek kullanmaz) gibi iletişimin pek çok disiplininde engin pratik tecrübe edinmiş, bu tecrübeyi akademik disiplin, derinlik ve ciddiyetle birleştirmiş bir usta olarak son dönemin en karmaşık ve zor konusunu ele almış kitabında: Dijital Pazarlamanın Kuralları… Üst başlık ise şöyle: "Taşlar yerinden oynarken"

Fatoş hanım bir kere daha kitabın kapağında taşı yerine oturtmuş. Bir çoğumuz "digital" kavramını Türkçeye "sanal" diye çevirerek kullanıyor. Oysa sanalın İngilizcesi "digital" değil "virtuel"… Digital"i de Türkçeleştirmek isteyen "sayısal" diyebilir ki, ne yazık ki işin özünü tam olarak ifade etmiyor. O nedenle Fatoş hanım dijital"le yetinmek zorunda kalmış.

Sosyal medyayı, dijital pazarlamayı, marka yönetiminin yeni kurallarını anlamak iletişimin yeni çağını yakalamak isteyen herkesin yolu bir gün mutlaka Karahasan"ın kitabından geçecektir…

Tahran Festivali ve İran sineması ciddiye alınmalı

İran sinemasını iyi tanıdığımızı kim söyleyebilir ki? Ben bildiğim kadarıyla İran sinemasını "sevmem" ama "beğenir" ve çok "ciddiye" alırım. (Malum, sevmediğiniz birine de pekala saygı duyabilir ve onu takdir de edebilirsiniz.) Son yıllarda özellikle Berlin Film Festivali ya da Oscar tarafından ödüllendirilen yönetmen Asghar Farhadi aracılığıyla Batı"nın da, İran sineması hakkında biraz olsun fikir sahibi olmaya başladığını gözlemliyoruz.

İhsan Kabil, Star"daki köşesinde yazmamış olsa acaba kaçımız Tahran"da 31. kez gerçekleşecek Uluslararası Fecr Film Festivali"ni hatırlayabilirdi? Bu yıl 31 Ocak-10 Şubat tarihleri arasında yapılacak olan bu önemli etkinlikte 71 ülkeden 383 yapım gösterilecekmiş. Çin ve Polonya sinemalarına özel bölümler ayrılmış. Programda yer alan Haneke"nin (Allah onlara da sabır ihsan eylesin) Aşk"ı ve Polanski"nin Carnege"i gibi filmler, kültür yelpazesi hakkında bir fikir veriyor.

İran sinemasını kim dışlıyorsa, bu nobran tutumda sinema kriterleri dışında pekçok sübjektif kriterin etkili olduğu herkesçe malumdur. Sinemayla alâkasız, siyasetten ekonomiye pek çok "ideolojik" ve bu yüzden de "güdümlü", "yönlendirilmiş" kriter... Oysa sanat çelişkinin olduğu yerde gelişip serpilir… İran"da da çelişkinin her türlüsü mebzul miktarda vardır…

11 yıl önce
CHP yine kendi ayağına sıktı...
Özyönetim tartışmalarına dair (2)
Aşk ve ateş
Kara dinlilerle milletin savaşı
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!