|
Hollywood mu yoksa Hegel mi?

İdealist felsefenin en büyük isimlerinden olan G. W. Frederick Hegel (1770-1831), savaşı uluslar arasında ilerlemenin manivelası olarak görür ve "dünya ruhu"nun belli zamanlarda belli milletlere özel görevler yüklediğini söyler.

Ona göre dünya tarihi, özgürlük ve hoşgörünün en iyi çiçek açtığı Alman milletinde zirvesine varmıştır.

Bu yüzden, Prusya Devleti (1713-1867) kurulduktan sonra "tarihin sona erdiği" iddiasında bulunur.

Hegel"in diyalektik/çatışmacı tezlere dayanan idealist düşüncesi öyle cazip ve öyle etkileyicidir ki, en büyük rakibi materyalist Karl Marks"ı (1818-1883) dahi esir almıştır.

Aslında Marks"ın materyalist felsefesi idealist Hegel"in ters yüz edilmiş şeklidir.

Çok basite indirgeyip özetlersek Marks, Hegel"in "tarihi oluşturan ve ilerlemeyi sağlayan milletler arası mücadeledir" şeklindeki diyalektiğini "sınıflar arası mücadele" ile değiştirmiştir.

Nasıl Hegel akıl, hürriyet ve tarihin olgunluğa Prusya"da (Almanya) ulaştığına inandıysa, Marks da insanlık tarihini belirlediğini ileri sürdüğü "sınıf savaşları"nın, proleteryanın zaferiyle sona ereceğine inandı.

Bu nedenle çoğu yerde haklı olarak Marks"a "Solcu Hegel" denilmiştir.

***

ABD"nin kurulduğundan beri izlediği resmi politikasına da, "idealist Hegel"in liberal versiyonu" denilebilir.

Hegel"in "seçilmiş millet", "tarihin sonu" ve "dünya ruhu" ile tanımlanan idealist düşüncesi Amerikalı akademisyen, devlet adamı ve stratejistlerin 200 küsür yıldır ağzından düşürmediği bir duadır.

Biraz derinden bakılınca, hemen her düzeydeki Amerikalı devlet adamı, yazar, stratejist ve düşünürün ABD"yi "Hegel"in Prusya"sı" olarak algıladığı ve bu düşünceyi "ulusal bir inanç " şeklinde savunulageldiği görülür.

***

Ancak SSCB"nin çözüldüğü 1991"den sonra dünyanın içinden geçtiği kritik jeo-politik yapılanma sürecinde "zafer sarhoşu" Washington"un yaptığı taktik hatalar, ABD"nin "uygarlığın, insanlık, dünya ve tarihin tek umudu olduğu" yönündeki Hegelci tasavvuruna ağır darbeler indirdi.

Irak ve Afganistan"da hızla irtifa kaybeden ABD"nin Kuzey Kore, İran, Suriye, Küba, Rusya ve Çin gibi "hedef ülkelere" karşı uyguladığı askeri tehdit, siyasi izolasyon ve ekonomik ambargoya dayalı manevraları bumerang etkisi yarattı.

1990"larda dünyada tek süper güç konumuna yükselen ABD, bu pozisyonunu 2001"den sonra büyük güçler arasındaki beşyüz yıldır süren dengeyi yok etmek için kullanmaya kalkınca kollektif bir direnişle karşılaştı.

Ve Amerikan elitleri, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi en yakın müttefiklerini bile rahatsız eden bu başına buyruk politikanın yürüyemeceğini erken anladı.

Sadece dört yıl "2001-2005" süren bu "küresel sıkıyönetim" için acilen jübile kararı alındı.

***

Düşmanları yerine kendisi giderek yalnızlaşan Washington, George W. Bush"un ikinci döneminden itibaren direksiyon kırarak "detente/yumuşama" politikasına geçti.

Ağız değiştiren Washington, "teröre karşı savaş" sopasını bırakarak yeniden geleneksel politikası olan "demokrasi, özgürlük ve insan hakları" havucuna el attı.

Bush, ikinci yemin törenindeki (2005) konuşmasında, açık bir şekilde "evil/şeytan-terör" ile savaşmaktan vazgeçtiklerini, bundan sonra terörü besleyen sosyo-ekonomik şartlarla mücadeleyi vitrine koyduklarını ilan etti.

2008"de iktidara geldiğinde Bush"un "demokratik realizm" adı verilen bu yeni politikasını devralan Barack Obama da, "terörle savaş"ı "teröriste karşı mücadele"ye indirgeyerek, güvenlik konseptini "savaş"tan (uluslararası alandan) bir adli vak"a düzeyine (ulusal alana) çekti.

Daha da ileri bir adım atan Obama, terör zanlıları için suç isnadı olarak kullanılan "enemy combatant-düşman savaşçı" yerine "yardım ve yataklık eden" anlamındaki "substantial supported" ifadesinin kullanılması talimatını verdi.

Ardından önce Kuzey Kore"yi, peşisıra da İran"ı "şer eksen"inden çıkardı.

ABD için en dramatiği ise Irak"ta İran"ın nüfuzuna boyun eğerek bu ülkeye karşı 30 yıldır sıktığı yumruğunu çözmek zorunda kalmasıydı.

Afganistan"ın yanı sıra Pakistanı da kaybetme riski giderek yükselince, Washington Taliban"a bile "el" uzattı.

Rusya"nın Orta Asya, Kafkasya ve Hazar havzasındaki egemenliğini tanıdı.

Çin"in Afrika ve Güney Asya"daki nüfuz alanlarını kabul etti.

Suriye, Venezuella ve Küba"ya karşı diyaloğa geçme kararı aldı. Müttefiklerine ise yeni güvenceler verdi.

***

Mavi boncuklu bu yeni terminoloji, Amerikalı "ancient regime"/statüko savunucuları tarafından küresel bir diyalog ve değişim politikası olarak pazarlandı.

Oysa "demokrasi, özgürlük ve değişim havariliği"ne soyunan Obama"nın dış politikası, savaş baltalarını gömerek dünya ile yeni bir foedus pacificum (barış ittifakı) arayışıydı.

Ama asıl sorun, değişeceğini söyleyen ABD"de değil, ABD"nin barışmak istediği dünyanın yapısal bir biçimde değişmesindeydi.

Çünkü "foedus pacificum"un bağlayıcı olması ve gerçek bir kozmopolit düzen oluşturması sadece askeri güç ve diplomatik rızayla olacak bir çaba değil.

Hukukun cezai gücünü de gerektiriyor.

Kaos ve kargaşadan beslenen uluslararası sistemin şu an içinde bulunduğu kriz, tam olarak bu hukuki gücün yaptırım eksikliğinden kaynaklanıyor işte.

Yoksa Irak ve Afganistan"daki "sopa dönemi"nden sonra Arap Baharı"yla ivme kazanan "havuç dönemi" şu an Suriye"de böylesine çıkmaza girmezdi.

Bundan olsa gerek, filmlerin iyi sonla bitmesine alış(tırıl)mış Amerikalılar, kriz çıktı mı panikliyor hemen! Suçlu kim? Hollywood mu yoksa idealist olan Hegel mi?

11 yıl önce
Hollywood mu yoksa Hegel mi?
Yüzbaşı Hilmi, şimdi gel de gör Halep"i
Dünya Kadınlar Günü’ne itirazım var
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı