Bizim (Müslümanların), onlarca asırlık yaraları olduğu doğrudur. Sorun da zaten bu yaraları iyileştirmek yerine kanatmaktan kaynaklanıyor. Rasulullah (SAV)'in vefatı sonrası başlayan, Cemel ve Suffin Savaşları ile devam eden, Hariciliğin ortaya çıkışı, Kebire (Büyük günah işleyenin durumu) tartışmalarının oluşturduğu düşünsel ayrışma, siyaset ile iç içe girmiş dini/siyasi düşünce şekillenmesinin oluşturduğu tarihi arka plan, bugünümüzü de yer yer şekillenmektedir. Ancak bu yaralar, devam etmesi için değil ibret alınması için vardır.
Osmanlı İmparatorluğu, Ehl-i Sünnet'in hâmisi ve geleceğe aktarıcısı olarak düşünsel açıdan İslâm'a en büyük hizmeti yapmış bir devlet geleneğine sahip, elbet yer yer eleştirilebilir tutumlar olmuştur ancak bütüne bakınca ilmi noktada yaptığı hizmetler inkâr edilemez. Yine aynı Osmanlı, dönemin ruhu, siyasi gelişmeleri, toplumsal yapısı itibariyle de "mezhepsel" gerilime çok da fırsat vermemiş bir yapı. –Şah İsmail mevzusunu tarihçilere bırakalım- Osmanlı'nın devamı olan Türkiye'de ise, bir Irak, Bir Yemen, bir Bahreyn'de olduğu gibi "mezhepsel iç çatışmalardan" bahsetmek mümkün değil. Türkiye tarihindeki, Alevi katliamlarının da CHP iktidarı dönemlerinde "derin devlet" icraatı olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Türkiye'de, Alevilere yapılanların aynısı, aynı zihniyet eliyle "zihinsel olarak" Osmanlı'nın düşünce yapısını devam ettirenlere de yapıldı. Toplumda Alevi-Sünni gerilimi yer yer niyetli operasyonlar ile alevlendirilmek istense de, yine bahsettiğim gibi "mezhepsel gerilimin" bir "iç savaş" haline dönüşmesi durumu çok şükür ki yaşanmadı. Ancak, İslam coğrafyaları için aynı şeyi söylememiz pek mümkün değil...
Suudi Arabistan'ın resmi mezhebi olan Vahhabilik, her ne kadar Sünni daire içinde yer alsa da, içerisine işlemiş olan yoğun siyasi anlayış nedeniyle, çoğu kez Sünni daire dışında da tanımlanabilir. Konu üzerinde tanımlama yapacak ilme sahip olmasam da, bana kalsa Vahhabiliği, "Vahhabi-Selefi" bir başlık olarak, Şii, Sünni düşünce dışında ayrı bir başlık olarak değerlendirirdim. Zaten, Mısır'daki darbede aktif rol oynayan Suud yönetiminin tavrı da bunun bir göstergesi. Kaldı ki, iddia ettiğim gibi bir gösterge olmasa bile Sünni düşünce içerisinde yer almaması gereğinin resmidir.
İran'a geldiğimizde, Şia'nın İran siyasi aklı eliyle kullanıldığını, bölgede yoğun mezhepçi yayılmacılık ve işgal planı ile ilerlediğini görmemek mümkün değil. Özellikle son dönem, ABD'nin işgal ettiği, işgal planının devamlılığı için ayrılırken İran'a bağlı mezhepçilik yapabilecek kişileri yerine yönetici olarak bıraktığı, -ki bu kişilerin hemen hemen hepsi İngiliz vatandaşıdır- gözlerden kaçmamalı.
Aynı İran'ın, "Şii yayılmacı" siyasetinin bir diğer destekçisi, ekonomik açıdan Çin ile birlikte pazara hakim olma, ABD'yi (Ben ABD diyorum ama bu 'ABD' ifadesi altında İngiltere ve İsrail varlığını unutmamak gerekiyor) pazar hakimiyeti noktasında geriletme niyeti güden Rusya, bu düzlemde İran ve Suriye ile birlikte hareket etmeyi stratejik siyasetinin bir parçası olarak görüyor.
Belki burada Şii siyaset güden iki ülke olan İran ve Suriye için bir başlık açmak gerekebilir; aslında Sünni düşünce içerisindeki Ehl-i Sünnet ve Vahhabi/Selefi anlayış arasında nasıl bir ayrışma var ise, 12 İmam Şiiliğini benimseyen İran ile, Nusayri Şiiliğini benimseyen Suriye arasında o şekilde bir ayrışma var. Ancak İran, yayılmacılık politikası gereği bu ayrımı yok kabul ederek, mezhepçilik çatısı altında Suriye ile birliktelik güdüyor ve bu dezavantajı, avantaja çeviriyor.
Türkiye'ye geldiğimizde başta da bahsettiğim gibi mezhebe dayalı bir siyaset, bir gerilim bulunmamakta... Her ne kadar FETÖ ve yer yer CHP'nin bazı vekilleri bu alanı kaşısa da, Anadolu Aleviliğinin erdemi, feraseti çok şükür öyle bir ortam olmasına imkân tanımıyor. Ancak bu böyle devam eder mi, işte o kısımda endişeler taşıyorum.
Hatırlayalım;
Uzunca bir süredir dünün sömürgeci ve işgalci yapılarının, bugün aynı işgalci ve sömürgeci siyasetlerini terör örgütleri üzerinden yürüttüğünü söylüyoruz. Türkiye'de 30 yıldır sinsi bir şekilde kadrolaşan FETÖ, devletin kilit noktalarına sızarak, bir terör örgütü olarak, ülkenin elini kolunu kısmen bağlamıştı, buna bağlı olarak PKK ve DAEŞ'in içerideki terörü ile mücadele etmek zorlaşıyordu. Ancak 15 Temmuz ile FETÖ terörü bertaraf edildi.
DAEŞ'i "kafa kesen" adamlar olarak, bir vahşet tablosu olarak gösteren –ki zaten öyle- Batı menşeili kaynaklar, DAEŞ'in varlığından çok nemalandılar. Bunu yaparken de DAEŞ'e sahip olmadığı bir güç atfettiler. Kaldı ki, DAEŞ'in potansiyel olarak Irak işgalinin bizlere bıraktığı bir vahşetti, bu vahşi potansiyel Batılı niyetle allanıp, pullanıp bir realite olarak karşımıza çıktı. Aslında tam bir radikal Harici form olan DAEŞ, bölgede mezhebe dayalı bir gerilimin ateşleyicisi oldu. Şimdi ise İran, Irak ve Suriye gibi "mezhepçi yayılmacılık" siyaseti güdenler ve bundan beslenen Batılı organizasyon, Musul üzerinden tarihi yaramızı kanatmaya devam etmek istiyor.
Şii-Sünni gerilimi arasında en çok kullanılan “Sünnilerin, Emevi devamlılığı olduğu ve Hz. Ali evlatlarına zulme ses çıkartmadığı” yönündeki ifade, yalan yanlış bir ithamdan ibaret. Öncelikle, Kerbelâ yasının her Sünni'nin yüreğinin kanattığı, mevzunun siyasi/sosyolojik boyutunun olduğu gerçeğini es geçmemeli. Mezhepler tarihine kısa bir bakış atalım;