|
Biz zavallıların hikâyesi

Bir organizmada her organın bir işlevi vardır. Meselâ gözün işlevi görmek, kulağın işlevi işitmek, midenin işlevi sindirmek, vs.

Bir organın amacı, pekâlâ işlevini yerine getirmekten ibarettir. İşlevini yerine getirdiği takdirde amacına ulaşmış; kadim hikmetin ifadesiyle, kuvveden fiile dönüşmüş, yani kemâline ermiştir.

Kemâl, bir kuvvetin/gücün/yetinin gerçekleşmesi, yani fiil hâline gelmesidir. Psikoloji''de biz bu kemâl hâlinin karşılığında ''tatmin'' (doyum) kelimesini kullanıyoruz. (Biz kimiz, bilen var mı?)

Duyuların doyması (tatmini), her bir duyunun işlevini gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle amacına ulaşması (kemâline ermesi) demektir. Her kemâlin bir zevali, her zevalin bir kemâli vardır! Dolayısıyla duyuların işlevi döngüseldir. Zevâl ve kemâl noktaları arasında dönüp dururlar. Yazgıları budur: acıkmak ve doymak.

Her duyu kemâlini taleb eder; tatmin edilmeyi bekler; gerçekleşmeyi... fiil hâline dönüşmeyi... Sahibini zorlar zorlayabildiği kadarıyla, ki ne yapıp etsin de kendisini tatmin etsin diye... bir an evvel kemâline erdirsin diye... onu kuvve hâlinde bırakmayıp fiil hâline dönüştürsün diye...

İnsanda zavallılığın kökeni budur işte!

Zevâl''in ta kendisi: tatminsizlik... doy(a)mamışlık... ol(a)mamışlık... tamamlan(a)mamışlık... Kısaca eksiklik ve noksanlık!

Ne suçu var o zavallı organların, sırf tatmin olmak/kemâle ermek için varlığa gelmişlerse?! Bütün çırpınmaları, varoluş nedenlerini gerçekleştirmeye matuf!

Varolan herşeyin amacı, aslında varlığının amacıdır: kuvveden fiile dönüşmek... zevalden kemâle ulaşmak... kısaca, tatmin olmak!

* * *

Varolan her şeyin ilk amacı tatmin olmak/kemâle ermekse, ikinci amacı da bu amacına en kısa süre içinde ulaşmaktır. Yani işlevini en kısa zamanda gerçekleştirmek!

Acıkan bir mide sadece doymayı değil, olabilecek en kısa sürede doymayı da ister. Zevalin ve zevâlde oluşun, sahibine sadece acı veren tarafı değil, zarar veren tarafı da burasıdır.

Ulaşmak, sahip olmak, ele geçirmek, ama bir an evvel!

Çok acıkmış veya susamış birini düşünün, yemeği nasıl yer? Suyu nasıl içer? Kendisini nasıl ve kadar kontrol edebilir?

Terbiyenin bir görevi de bu değil mi? İnsana, duyularını tatmin sürecini doğru yönetmeyi öğretmek! İhtiyaçlarını nasıl ve ne surette karşılayacağını...

Farkına varmadıklarını da... Haberdar bile olmadığı ihtiyaçlarını... Hiç uyarılmadığı için bir türlü fiile geçememiş, kemâline erememiş ve fakat muhakkak fiile geçmesi, gerçekleşmesi, kemâline ermesi gereken o mübrem ihtiyaçlarını...

* * *

Gerekli terbiye safhalarından geçmediğimiz için, ve tabiatıyla zamanında uyarılmadığından ötürü güdükleşmiş yetilerimiz var. Farkında bile olmadığımız yetiler... bizi zorlayan, üzen, canımızı acıtan yetiler... gerçekleşmeyi hak ve ümid eden yetiler... fiile dönüşmeyi isteyen, kemâline ermeyi taleb eden yetiler...

Modern psikoloji, nefsin bu taleplerinin reddedilmesini ''baskılama'' sözcüğüyle tanımlıyor. Bilinçdışı''nın taleplerini baskılama...

Freud''un doğru tesbit ve fakat yanlış tefsir ettiği ''baskılama'' mekanizması da aşağı yukarı aynı tarzda çalışır.

Peki bu baskılama (press) işlemine muktedir olamayan nefs (psyche) ne tepki verir? Kontrolü kaybedip kendini baskılayamaz hâle gelir. De-pression''a girer yani. Derken, eskimiş bir hikâyenin tahkiyesiyle, karmaşalar çağı başlar. Kompleksler ve nevrozlar...

Uyuyamaz insan! Sahip oldukça veya sahip oluşu geciktikçe... VE kaybettikçe... kaybetmesi hızlandıkça...

Zevâlli oldukça zevâlde olacağız demektir!

* * *

Nevroz, psikoz ve anomali... yani kabaca: sinirlilik, delilik ve sapıklık...

Antik çağda histeri, ortaçağda melankoli, modern çağda ise depresyon suretine bürünmüş bir hâlde sinirlilik daha çok kadınlarda görülürken, sapıklık daha çok erkeklere mahsus bir sorun olarak tanımlanagelmiştir. Deliliğin ise genellikle kadın-erkek ayrımına ihtiyaç duymadığı kabul edilir.

Psikoloji bütünüyle tıbbın eline kalınca, beden bir organizmadan ziyade bir mekanizma olarak tanımlanmaya başladı. Hastalıklar (illness), bir çırpıda bozukluk (desorder) anlamı kazandı. Artık bilgisayarların beyni gibi insan beyni de bozuluyor, ama hastalanmıyor; arabaların motoru nasıl tekliyorsa, ne yazık ki insanın kalbi de aynen öyle tekliyor.

İnsanı bir organizma olarak değil, bir mekanizma olarak tanımlıyor modern bilim! Organları hastalanan değil, parçaları bozulan bir mekanizma olarak... Dolayısıyla iyileşen bir beden olarak değil, düzelen bir makine olarak...

* * *

Acaba modern insan hangi parçasıyla sever, ve böyle bir insanın hangi parçası sevilir?

Sevmeyi bilmiyorsak, acaba hangi parçamız bozulmuş olabilir? Meselâ hangi parçamızı tamir ettirirsek sevme/sevilme bozukluğumuz düzelir?

Ruh nereye gitti? Hani aşk nerede?

Hikmet-i kadime, aşkı “ruhun eylemi” olarak tanımladığı içindir ki onun bir hastalık olduğunu iddia edenler de çıkabiliyordu. Her türlü aşırılık bir hastalıktı çünkü.

Bir mekanizmanın aslâ ruhu olmaz. Ruh olmayınca, aşk da olmaz. Aşk olmayınca, kendisine âşık olunabilecek bir güzel de bulunamaz! Hâl böyle olunca estetik de olmaz! Ne ruhun estetiği, ne de yaşamın!

Anlıyor musun şimdi hüsn ü aşktan niçin mahrumuz ey talib?

Not: Çok şükür ülkemdeyim. İstanbul''da. Evimde.

٪d سنوات قبل
Biz zavallıların hikâyesi
2024 yılında sigortalıların statüsüne göre ödenen ölüm yardımı tutarları belli oldu
İngiltere ve ABD’nin yeni uygarlaştırma misyonu Gazze soykırımıdır
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?