|
Görevimiz "Vaz"-ı Cedid" değil "Keşf-i Kadîm"

1258-1914 yılları arasının "İslâm ilim ve fikir mirasının kayıp halkası" olarak telâkki edilmesi, gerek Batı dünyasında gerek İslâm dünyasında neredeyse tartışıl(a)maz bir muârefe halini almış bulunuyor ne yazık ki! Bu sütunda bu yanlış ve yanıltıcı yargıyla alâkalı olarak birçok yazı yazdım ve sadece Batılıların veya İranlı ya da Arap müslümanların değil, "kayıp halka"nın tabii bir devamı olmak haysiyetiyle yola koyulacakların (!) dahî kendi bilgi miraslarını gafletle reddederek onu anlamak imkânından kendilerini mahrûm edişlerine defalarca işaret etmeye çalıştım.

Batı''da aydınlanma adı verilen gelenek karşıtı kopuş, esas itibariyle Batı felsefî mirasının "ulus dillerde yeniden inşâsı" anlamını taşır; başka bir deyişle Kıta felsefesi, Avrupalı ulusların Kıta''nın bilgi mirasını aralarında paylaşıp Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca olarak yeniden üretmelerinden ibarettir. VE esas itibariyle ortada söylenilmiş yeni birşey de yoktur! Bütün yapılan, Latince yazılı bulunan ma''lûmatın İslâm bilgi geleneğine ait unsurlarla harmanlanıp sözgelimi Almanca veya Fransızca ya da İngilizce olarak dile getirilmesi, bu ulus dillere kadîm felsefenin temel sorunlarını dile getirecek kabiliyetin kazandırılmasıdır. Nitekim böyle de olmuş Batı metafiziği Tanrı''yı dışarıda bırakacak şekilde (dünyevîleşerek) ve tek tek ulus dillerde yeniden formüle edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış sürecine girmesiyle birlikte İslâm Medeniyeti Arap, İran, Türk felsefeleri olarak tanımlanmaya, yani atomize etmeye çalışılmış; Batılılar önce "Arap Felsefesi", "Arap Tarihi", "Arap Müziği", vb. tasniflerle İslâm medeniyetinin bütünlük ve süreklilik vasfını yok etmeye uğraşmışlar; sonra siyasî parçalanma bu kurmaca tasniflerin işini kolaylaştırdığından kendileri aradan çekilince her unsur kendi tarihini, kendi felsefesini, kendi astronomisini, kendi matematiğini, kendi müziğini, kendi husûsî geleneklerini esasen sadece bir parçası oldukları o koca ''bütün''ü temsilen öne çıkartmak gibi lüzûmsuz gayretkeşliklerde bulunmuşlardır.

Modern ulus devlet olgusunun ürettiği sosyal ve siyasî bilinç bu yaklaşımlara meşrûiyet kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda İslâm coğrafyasında birbirinden yalıtılmış bir biçimde oluşan bağımsız adacıklarda güya sadece bu adacıklara mahsûs tarihler yazılmaya başlamıştır. Tarih yazıcıları, kendi bütünlüğünden kopuk olarak salt bir ulusun, salt bir devletin, salt bir vatanın tarihini yazmayı marifet bildiklerinden, bir tek ulusa, bir tek devlete, bir tek vatana ait müstakil bir tarih, müstakil bir bilim geleneği, müstakil bir düşünüş tarzı, müstakil bir din ve dünya tasavvuru üretmek amacıyla tarihsel bütünlük ile sürekliliği istedikleri gibi çarpıtmışlar, bu çarpıtılmışlık içerisinde dünyaya gözlerini açanlar ise ister istemez o kadîm ve sahîh bütünlük ve sürekliliğin takipçiliğini yapamaz hâle gelmişlerdir. Çünkü İmparatorluk ufkunu kaybetmiş olanların siyaset''i "hilafet" yerine "devlet", "adalet" yerine "eşitlik" terimleriyle tartışmak gafletine düçar olmaları gibi, İstanbul (Payitaht) ufkunu kaybedenler de tarih ve coğrafya tasavvurunu da "millet" yerine "ulus" ölçeğinde ele almak hatasını işlemişlerdir.

"Yeni birşeyler söylemek" iddiasıyla ortaya çıkanlar, farklı bir medeniyetin sözcülüğünü yapar hâle düştüklerini bile farketmeksizin "egemen olan"ı "evrensel olan" mertebesine çıkardıkları gibi, "Hak Taaddüd Etmez!" düsturunu unutup birdenbire başka başka hakikatler olabileceği yalanıyla kendilerini aldatmayı tercih etmişlerdir.

Bu toprakların çocukları "Ben Hakikatim" demeyi unuttukları günden beri "yeni birşeyler söylemeye", "yeni birşeyler ortaya koymaya" çalışıyorlar ama yaklaşık bir asırdır ne yeni birşeyler söylüyorlar, ne de yeni birşeyler ortaya koyuyorlar. Vaz''-ı Cedid''i (yeni birşeyler ortaya koymayı) marifet addettikçe, o ortaya koyduklarını zannettikleri yeniliklerin, kendi dünyalarının değil, egemen dünyanın kabul ve takdir edebileceği lafazanlıklardan öteye gitmiyor.

Evet, bu toprakların çocukları, vaz''-ı cedid''i (yeni birşeyler ortaya koymayı) marifet addettikçe, bir türlü kendisi kalmayı beceremiyor; bir türlü tarihini ve coğrafyasını kendi bütünlüğü ve sürekliliği içinde algılayamıyor. Yapısal bütünlüğü parçalanmış, tarihsel sürekliliği kesintiye uğramış böylesi bir dünya tasavvuruna saplanıp kaldıkça da yeniden ve bir daha o muhteşem İmparatorluk ufkuna, o muazzam İstanbul ufkuna yerleşmek imkânını ele geçiremiyor. Oysa bir kez, evet bir kez o ufuktan dünyaya bakmayı denese, eksik parçalar yerini bulacak ve keşf-i kadîm çabası daha önce olduğu gibi bugün de kendisine güç ve kuvvet verecektir!

Kadîm olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asîl bir çabadır! Tarih, bugüne değin, kadîm olanı keşfetmek için çaba sarfetmeyen hiçbir toplumun yeni birşey ortaya koyabildiğine tanıklık etmedi.

İşte zaten bu yüzden bu toprakların çocuklarının öncelikli görevi, vaz''-ı cedid değil, keşf-i kadîm olmalıdır!

23 yıl önce
Görevimiz "Vaz"-ı Cedid" değil "Keşf-i Kadîm"
Siyasette yumuşama: Mümkün mü?
Genç kimdir?
Başkan Erdoğan soykırım davasının müdahili olarak ABD’ye gidecek mi?
Özgürlüğün otoriterliği karşısında Filistin taraftarı öğrenciler
Gazze ışığında üniversitenin misyonu