|
Her şarkı söyleyişinde

Truman Capote adlı Amerikalı yazarın “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla) adlı kitabının ilginç bir hikâyesi vardır. Bu hikâye iki ayrı yönetmen tarafından ve tamamen farklı tarzda sinemaya aktarıldı; ilki Bennett Miller tarafından Capote adıyla 2005''te; ikincisi ise, Douglas McGrath tarafından Infamous adıyla 2006''da. (Hatırlanacağı üzere, Amerikalı yazarı ilkinde Philip Seymour Hoffman canlandırmıştı; ikincisinde ise Toby Jones. Söylemesi bana düşmez ama iki aktörün oyunculukları da gayet iyiydi.)

Capote''yi geçen sene izlemiştim. Aklımda kalan sadece Hoffman''ın usta oyunculuğuydu. Konuyu ise dikkate değer bulmamıştım. Çünkü yönetmen, biraz da gereksiz yere, sırf Capote''nin ilginç kişiliği (!) üzerinde odaklanmış görünüyordu. Infamous''ı ise geçen hafta izlemek imkânı buldum. McGrath, Miller''in aksine, bir yazarı değil, bir yazarın yaratıcılığıyla ilgili çelişkileri öne çıkarmış. İyi de etmiş.

Filmin finaline doğru, Capote''nin bir kadın arkadaşı, Frank Sinatra''nın sanatçı bir dostu hakkında söylediği şu söze atıf yapıyordu:

- “Her şarkı söyleyişinde biraz daha ölüyor.”

Ardında da ilâve ediyordu:

- “Yazarlar da sanatçılar gibidir. Onlar da kalemi her ele alışlarında biraz daha ölürler.”

Bir mısra için baştan sona bir dîvanı hatmetmek... Okuma, öğrenme, anlama, dinleme, görme, bir düzeyden sonra bu hâli alır; almak zorundadır. Bir mısrâ için bir dîvanı, bir ''couple'' için bir senfoniyi dinlemek, bir filmi sadece bir sahne için seyretmek, bazılarına beyhude bir çabaymış gibi gelir. Zarara uğramış, zaman kaybetmiş gibi hissederler kendilerini. Oysa hiç de öyle değil. En azından benim için öyle değil.

Şahsen, Alain Corneau''nun 1991''de çektiği “Tous les matins du monde” (Dünyanın Tüm Sabahları) adlı filmini bir tek karesi için defalarca seyrettim. O filmi sadece o kare için severim; birkaç saniyelik o kare için... Bazen o kareyi ekranda dondurur, dakikalarca seyrederim; evet, sadece o kareyi. Viyolensel virtiozü Sainte Colombe''un -Jean-Pierre Marielle tarafından canlandırılan- o acı dolu yaşlı gözlerinin tüm ihtişamıyla öylece donakaldığı sahneyi.

İnsanı, insanın tüm ızdırabını bir karede seyretmek, onlarca saatlik belgesellerden daha öğreticidir; elbette gerçekten bir şeyler öğrenmek isteyenler için...

Bir mısra için baştan sona bir dîvanı hatmetmek...

İnanın böylesi bir çaba hiç de yararsız değildir. Nitekim Sezen''in bir şarkısında geçen “Yolun zorunu yürümüştüm ben tanıştığımız zaman” mısraı, gerçekten de yolun zorunu yürümüş olanlar için şarkının tümüne bedel değil midir? Sanırım öyledir.

Bütünü kucaklamak ya da elde etmek istediğimizi, kavuşmayı arzuladığımızı bütünüyle elde etmeyi, tümüyle kucaklamayı istemek kadar büyük bir gaflet olabilir mi? Beyhude olan budur aslında. İmkânsızı istemektir çünkü.

Dervişin biri, aklısıra “Ben Allah''ı gördüm!” diye iddia eder dururmuş. Bu söz Cüneyd-i Bağdadî''nin kulağına gelince, tebessüm etmiş, “Eğer öyle olsaydı” demiş; “beni gördüğünde ölürdü.”

Birgün karşılaşmışlar, derviş, Cüneyd''i görür görmez hemen o an ölüvermiş.

Yani?

Yani, değil küllünü, cüzünü görmeye bile tahammül edememiş. Tıpkı Hz. Musa gibi. (Hemen hatırlamalı, nûr-ı ilâhî dağa tecellî edince, Hz. Musa, değil yârin zatını görmek, nûruna bile bakamamıştı.)

Gözlerimizin kamaşmasını, kör olmayı ya da çaresizlikten ölmeyi istemiyorsak, çareyi gölgede aramak zorundayız. Yârin gölgesiyle yetinip gözlerimizi ışığa alıştırmayı bilmeliyiz.

Düşünce ve sanat, en nihayet hakikatin bir yüzünü, bir parçasını, katlanabileceğimiz kadarını, yani gölgesini bize göstermekle yetinir. Düşünürler ve sanatçılar tam anlamıyla çaresizdirler; zira bizi korumak istedikleri için böyle yapmak zorundadırlar. Bizi, yani bütünü elde edebileceklerini sananları.

Peki, bizatihi düşünür veya sanatçı?

Onlar, düşünürken veya yaratırken ister istemez güneşin kendisine bakmak mecburiyeti hissederler ve çaresiz her bakışlarında biraz daha ölürler. Bizzat ışık haline gelmek uğruna gözlerini kaybederler. Onlar ölürken, bize onlardan kalan mini mini huzmelerdir; hem de bir defada tümüne bakamayacağımız denli yoğun huzmeler...

Ey talib, “yakındaki yakınlığı” (bütünü) nasıl elde edebileceğini soruyorsun!

Söyleyeyim: Değil “yakındaki yakınlığı”, bilâkis “uzaktaki yakınlığı”, hatta “yakındaki uzaklığı” dahî talep etmekten vazgeç de utanç içinde “uzaktaki uzaklığa” doğru koş! Aksi takdirde sevinç içinde helâk olursun!

17 yıl önce
Her şarkı söyleyişinde
Ekonomik kalkınmada nitelikli işgücünün rolü
Cumhurbaşkanlığı Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nin kamu personeline yansıması (2)
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…(3)
Devletsizlik ve ulussuzluk
Yasa ve toplumsal meşruiyet: 28 Şubat