|
Beyaz perdeye renk katan ressamlar
Sinemanın temelinde resim vardır. Suret ve tasvir. Hareket eden suretler. Bir tür fotoğraflar geçidi. Tamıtamına "resm-i geçit". Hız ve süratin çocuğu sinema. Modern fiziğin. Ancak resme değilse bile ressamlara ilgisinin geçmişi aslında çok gerilere uzanmıyor. Bilebildiğim kadarıyla değil, daha çok görebildiğim kadarıyla.

Işığın ve gölgenin dünyasında yaşamadan ve/veya renklerin ve çizgilerin sergüzeştine yakınlık duymadan sinema sanatının hakkı verilebilir mi?

Sanmıyorum.

Sinemanın temelinde resim vardır. Suret ve tasvir. Hareket eden suretler. Bir tür fotoğraflar geçidi. Tamıtamına "resm-i geçit".

Hız ve süratin çocuğu sinema. Modern fiziğin. Pek tabii ki maddesi itibariyle değil, formu itibariyle.

Bir de ses. Müzik.

VE söz. Dil ve edebiyat.

Ama her halukârda suret ve tasvir. İmaj. Suret-i mahsüse. Aklî değil, hissî suretler.

Sinema, bütün sanatlar gibi kavramlarla değil, imajlarla ifade etmenin alanı. Bildirmekten çok, göstermenin.

Müstehcen olmayan sinema olmaz. Sinemanın özüdür çünkü göstermek. Teşhir etmek. Açmak.

Her film bir itiraftır bu yüzden. Günah çıkarılır. Ortaya. Gözönüne. Muhayyileye izin verilir uçabildiği yere kadar uçması için.

Sinematografi ile pornografi aynı anlama gelir bu yüzden. Sükûndan harekete geçiş.

Kine''nin özündeki Grek ruhu.

Salvador Dali-Luis Buñuel ikilisinin çektikleri o efsane kısa film hatırlanmalı hemen burada. Un Chien Andalou (1929).

Gerçeküstücülük resimle düşü, düşle sinemayı yakınlaştırmıştır. Bilinçle bilinçdışını.

Kuşkuya yer yok, artık gözbebeği tam ortasından çizilmiştir.

VE ışıkla gölge ayrışmıştır.

* * *

Bir düşü tabir etmekten daha müstehcen ne olabilir ki?

Sinema düş değil, bir tabir sanatı. Salt düşü anlatmaz, anlatırken yorumlar. Onu açıklığa getirir.

Erbabı bilir, bir düşü aktarmakla onu yorumlamak arasında bir fark yoktur. Her aktarım bir yorumdur çünkü. Düşü gören daha onu aktarmaya başlamışken yazgı harekete geçer. Kader o anda ağlarını örer. Olacak olan olur.

Unutmak en iyisidir çoğu zaman.

* * *

Sinemanın resme değilse bile ressamlara ilgisinin geçmişi aslında çok gerilere uzanmıyor.

Bilebildiğim kadarıyla değil, daha çok görebildiğim kadarıyla. Sözgelimi Alexander Korda''nın Rembrandt''ı 1936 tarihli.

40''lar boş görünüyor. Savaş yılları. Peki 50''li yıllarda ne var? Savaş sonrasında?

Eğlence. John Huston''un Toulouse-Lautrec''i anlattığı Moulin Rouge (1952).

Bir de dram. Vincente Minnelli''nin Van Gogh''un hayatını ele aldığı Lust for Life (1956).

Kirk Douglas''ın oyunculuk gücü küçümsenemez ama yıllar sonra Spartaküs''ü oynayacak bir karaktere Van Gogh gibi naif ve kırılgan bir kişiliği teslim etmek o gün için bile ironik kaçmış olmalı.

"İyi ama yüzü biraz benziyordu" denebilir. Unutulmamalı ki Van Gogh bir çehreden daha fazlasıdır. Çok daha fazlası.

Resim sanatının bu efsane şehidi hakkında —anlatımı zayıf da olsa— ikinci bir filmin çekilmesi için neredeyse yarım asrın geçmesi gerekecektir:

Maurice Pialat, Van Gogh (1991).

Tipik dolayım sineması. Ressamın hayatındaki bir ayrıntı üzerinden kendisini anlatmaya çalışmak... Dr. Gachet dolayımında erimiş bir Van Gogh. Tutkunun değil, acemi bir hevesin ürünü.

* * *

Bu yıllara ilişkin işaret edilmesi gereken bir yapım da Henri-Georges Clouzot''nun yönettiği Le Mystère Picasso (1956).

Zamanın ruhuyla uyumlu. Soğuk savaşın. Yeni Dalgacılarınsa daimî dipnotu.

Picasso hakkında daha etkin bir yorum teşebbüsüne tanık olmak için sinemaseverler kırk yıl beklemek zorundaydılar. James Ivory hakikaten seyredilebilir bir yapıt ortaya koymuştur: Surviving Picasso (1996).

Picasso''nun üzerindeki sahte cilâların parlaklığı yavaş yavaş kaybolacak, kişilik zaaflarının üzerine gidildikçe —sıradan seyirciyi şaşırtacak ölçüde— ilginç sürprizlerle karşılaşılacaktır.

Anthony Hopkins''in güçlü oyunculuğu bu kişisel zaafların olumsuz yönlerini vurgulamaktan çok dengelemiş olsa bile, çok değil sekiz yıl sonra, Mick Davis''in yönettiği —şimdiden efsane hâline gelen— Modigliani (2004) filmi Picasso imgesini hiç acımadan yerin dibine sokacaktır.

Niçin?

Sözümona, meslektaşı Modigliani''nin trajedisini daha belirgin kılmak için.

Davis, Modigliani gerçeğine titizlikle uyma ihtiyacı duymamış, hayalini özgür bırakmakta hiç tereddüt etmemiştir. İyi de yapmıştır. Çünkü Modigliani''nin ismi de, tabloları da bu filmin etkisiyle bilinir hâle gelmiştir. İşte sinemanın gücü. Yönetmenin. Yaratıcının.

Modigliani İtalyan kökenli naif bir yahudiydi. Picasso ise iştahasına ket vurulamaz bir İspanyol boğası.

Sovyetlerin yıkılışının ardından Modigliani''nin gelişi, Picasso''nun gidişi acaba bir tesadüf müydü?

Sanmıyorum.

Her neyse, modern resim tarihinde artık bir Modigliani varsa, kimse kuşku duymamalıdır ki bu Mick Davis''in muhayyilesi sayesindedir. Kayıtlarından kurtulmuş bir muhayyilenin...

Afrika masklarının gözleri yoktu. İlhamını masklardan alan Modigliani''ninse kadınlarının.

* * *

Muhayyile aracılığıyla bir adam mı, bir ressam mı yaratmaktan söz ediliyor, o hâlde hiç duraksamadan şeref tâcı hemen Tarkovsky''nin başına yerleştirilmelidir.

Tarih yazmak böyle bir şeydir işte. Aidiyeti bile meşkuk bir tablo, bir iki fresko, üç beş bilgi kırıntısı, ve Tarkovsky''nin idrakinden zuhura gelen saatlere yayılmış koca bir anlatı şöleni...

Ressam, nakkaş ve derviş. Andrei Rublev (1966).

* * *

Türkiye''de bir Sinan filmi niçin çekilemez? İşte bundan. Tutku dolu, özgür muhayyile eksikliğinden. Devletin, mesela ilgili Bakanlığın (!) o işsiz, güçsüz, ruhsuz bürokratları belki bir bütçe oluşturacaklar, belki birilerini görevlendirecekler, belki niçin bir Sinan belgeselimiz bile yok diyecekler, belki kendilerine iş çıkaracaklar, ama en nihayet yine de eldeki mahdud imkânları çarçur etmekten başka bir şey yapamayacaklardır.

Said-i Nursî filmi/belgeseli çekiliyormuş. İnsan merak etmeden duramıyor, acaba hangi tutkunun yaratıcı ışığı altında?

"Lütfen biraz da kültür ve sanat için eller cebe!" demenin ne anlamı var?

Masaların üzeri altınla ve gümüşle dolduğunda n''olacak? Paranın gücü sanatı ve sanatçıyı mı yaratacak?

Aşk ve istidad biraraya gelmeyince yaratı olmaz. Yani irade ve kudret. Çelişkiyle yüzleşilmedikçe de ne aşk ortaya çıkar, ne de istidad!

Sanat ve sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belâlar yağsın üzerinize gökten! Açlıktan nefesiniz koksun! Hüznünüz olsun meselâ. Yoksunluklarınız. İncinmişlikleriniz. Güçsüzlüğünüz.

Kuşkunun pençesinde kıvranın. Dualarınız hep geri çevrilsin. Kahrolunuz. Kahrediniz. Yaşamı soğuk bir su gibi teninizde hissediniz. Uykuya hasret kalınız. Şefkat kokan bir nefes beklerken kürek kemiklerinizin ortasında hissedin yârin hançerini. Tadın ihaneti. Reddedilin. İnkâr edin ve edilin. Yaşayın yani. Çelişkiyi. Çileyi.

Bakın o zaman nasıl da göğün kapıları açılıyor. Tanrı nasıl da sesinizi duyuyor. İlham perileri nasıl da dans ediyorlar çevrenizde.

VE işte o zaman sanatçı yaratmaya başlar. Ölmemek için. Biraz olsun nefes almak için. Hakikatin kokusunu sırf sevgilinin saç diplerinden duyabilmek için.

* * *

Tarkovsky''de bunların hepsi vardı. Önce hüzün. Bütünüyle. Huzursuzluk. Varoluş ızdırabı. Ve istidad. Zatından şuur taleb eden istidad. Kemâl.

Böylece kendi tarihinden bir başyapıt ortaya çıkardı. Lütfen ilk fırsatta diz çöküp seyrediniz o dehanın ışıltısını. Bir çan nasıl yapılırmış, görün lütfen! Bir inanç varlığını nasıl sürdürürmüş, izleyin!

Tarih ve Çan ve İnanç. Andrei Rublev, bir şaheserin maddî imkânlardan çok yönetmenin aşk ve istidadının eseri olduğunun açık isbatıdır.

Sanat öncelikle insana ihtiyaç duyar, güce ve paraya değil.

İnsana, yani sanatçıya.

* * *

70''li yıllar da boş görünüyor. 80''li yıllardaysa üç film var.

Derek Jarman''ın Caravaggio (1986) adlı yapıtı, muhayyilenin yetersizliğini göstermesi bakımından verimli bir örnek.

Sanatçının yapıtlarındaki derinlikle temas kuramamış duygudan mahrum bir bilincin eseri.

Yönetmen filmin üzerinde seyredeceği anagerilimi aklısıra sanatçının o bilinen huysuz ve hırçın tabiatından temin edebileceğini ummuş. Bıçkın bir ressam. Serserî. Kavgacı. Daha ne olsun? Dahası olmamış da zaten. Hepsi bu kadar! Seyredemeyip yarıda bırakmıştım.

Tipik hayal kırıklığı sendromu. Beklentinin boşa çıkışı. Acemi duyarlılığı.

* * *

Aynı olumsuz değerlendirmeyi Henning Carlsen''in The Wolf at the Door (1987) adlı filmi hakkında da yapacağım. Kalemimin ucunu sivrilttiğimin farkındayım ama ne yapayım, gördüğüm, görebildiğim bu!

Jarman, Caravaggio gibi büyük bir ressamın hem güçlü yapıtlarından, hem de zengin ayrıntılara sahip yaşamöyküsünden hakkıyla yararlanmayı nasıl becerememişse, Carlsen de Paul Gauguin''in sergüzeştinin hakkını verememiş.

Sözümona Hristiyanlık-Putperestlik çatışmasını yapay bir biçimde sömürgecilik karşıtı bir dil üzerinden tasvir etmeyi denemiş, ama inandırıcı olamamış.

Gerçi Gauguin''in resimlerinde de pek düşünce ve duygudan eser yoktur ama bu borsacı ressamın filme çekilecek denli renkli bir hayatının olduğunu kabul etmek gerekir. Hiç değilse egzotik renkleri vardır; yeşili, mavisi, turuncusu.

Söylemeden geçemeyeceğim. Gauguin''in etkisi en çok Nebîler''in yapaylığı miktarıncadır. Hepsi hepsi içi boş mistifikasyon gösterisi.

* * *

Yukarıdaki iki zayıf teşebbüsün ardından gelen Bruno Nuytten''ın Camille Claudel (1988) adlı filmi doğrusu övgüyü hakkediyor.

Filmin merkezine Rodin''in yerine onun kadar tanınmayan sevgilisi Camille Claudel''in yerleştirilmesi, anlatımın dilini de, imkânlarını da güçlendirmiş.

Bu da gayet doğal. Çünkü Camille, Rodin''in ilham perisi. Çılgın bir kadın. Ve onunla birlikte duyarlılığı incelen kaba saba bir heykeltraş. Güya böylelikle aşkı ve tutkuyu tanıyan bir Rodin.

Bir mermer işçisinden bir heykeltraş, bir sanatçı yaratan ilham perisinin ta kendisi.

Acaba periler niçin hep dişi olmak zorunda? Yaratıcı ihtirası ortaya çıkaracak cazibenin mâliki bir tek onlar olduklarından dolayı mı?

Camille Claudel''in yontularının farketmemiş olabileceğim hususî bir tarafı var mı diye merak edip Paris''te Rodin Müzesi''ne üçüncü kez gitmek ihtiyacı duymuştum. Sırf bu film yüzünden.

Ne ki elim boş dönmemiştim. Bir de bu zaviyeden, yönetmenin zaviyesinden bakınca anlamıştım ki Camille çıldırmasaymış, asıl mucize bu olurmuş.

Camille''de passion''un üç anlamı da tahakkuk etmişti. Tutku, çile, hastalık.

Yontularını dikkatle inceleyin, bakalım Nuytten''ın abarttığı kadar siz de abartmayı becerebilecek misiniz?

* * *

Bir heykeltraş olarak değil ama bir ressam olarak Michaelangelo''nun Sistina Şapel macerasını konu edinen The Agony and Ecstasy (1965) adlı filme değinmemek olmaz.

Carol Reed''in yönettiği bu filmin önemi sanatsal kıymetinden değil, sadece büyük bir sanatçıyı ele almasından kaynaklanıyor.

Keyfiniz yerindeyken bir Pazar sabahı seyredebilirsiniz. Vaktinizi tamamen ziyan etmiş olmazsınız.

* * *

90''lı yılların başından itibaren sinemada resim sanatına ve ressamlara ilgi artıyor.

Bakalım son yirmi yılda kimler var?

Kimler yok ki, Vermeer, Goya, Monet, Van Gogh, Klimt, Picasso, Modigliani, Pollock, Frida...

Açılışı bir kâbusla başlatalım: Jacques Rivette''le.

La Belle Noiseuse (1991), Balzac''ın ünlü romanı Bilinmeyen Başyapıt''ın kahramanı Frenhofer''in bir yorumundan ibaret.

İsme bakar mısınız: Cazgır Dilber.

Daha önce yazmıştım. Fransız tarzı yapaylık. Hissedilmeyen ve fakat varsayılan bir deha.

Yaratıcı süreci, ömrü boyunca bir kez bile yaratmayı denememiş biri nasıl anlayabilir, nasıl tasvir edebilir? Anlayamazsa, hissedemezse, Rivette gibi, mecburen içi boş tahminlerde bulunur.

Ayn Rand''ın The Fountainhead adlı romanında bir mimarın yaratıcı dehasını tasvir etmeye çalışırken içine düştüğü komik durumdan farksızdır Rivette''in hâli.

Yaratıcı süreç dışarıdan gözlemlenemez. Yaşanması gerekir. Aksi takdirde hakikatle ilişkisiz yapay kriz sahneleri üretilir. Mimar olsun, ressam olsun, kendinden geçen dâhinin buhranları, saçı başı dağıtmalar falan...Komiktir, ve işin kötüsü hepsi de bu kadardır.

(Devam edecek)

14 yıl önce
Beyaz perdeye renk katan ressamlar
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle