|
Felsefe"den sinemaya zabıtalık

Heidegger...

Felsefe''nin Führeri.

Faşist bir filozof. Hem de her şeyiyle.

Çoktan aleyhinde genişçe bir literatür oluştuğunu biliyoruz. Keskin muhalifleri vardı. Hâlâ da var.

En yakın arkadaşı Karl Jaspers bile savaştan sonra Heidegger''in üniversitede ders vermesini istememişti. “Tehlikeli bir zekâ” olarak tanımlıyordu onu. Öğrencilerine karanlık şeyler öğretiyordu. Eskiyi, eskimiş olanı değerli gösteriyordu.

Bazıları anti-semitist olduğunu da iddia eder. Ölümünden sonra yayımlanmak üzere yaptığı son söyleşide Yahudi soykırımını itiraf edecek bir tek sözcük bile kullanmayı reddetti. İnatla. Aslâ siyasî pişmanlık göstermedi.

Güncel''le, gündem''le kendi arasındaki mesafenin kapanmasına hiç izin vermedi. Kulübesinde kalmayı seçti, ve ölene değin düşünceyle yaşam arasındaki irtibatı korumaya özen gösterdi.

Öldüğünde, serçelerin ve kargaların varlığından haberdar bile olmadığı heybetli bir dağ gibiydi.

Mezartaşında bir haç değil, bir yıldız sembolü vardır sadece.

* * *

Bu kısa tasviri doğrulamak için Heidegger''le alâkalı bir Türk akademisyenin değerlendirmelerini aktarmak yeterli olur sanırım.

Niyazi Berkes Oktay Akbal''a yazdığı bir mektupta Heidegger''den ve onun “Metafizik Nedir?” adlı eserinden şöyle bahseder:

— Bu kitapcağız Katolik imanı ile Nazi şarlatanlığını yeni bir felsefe sistemi haline sokmaya çalışan bir ''deneme''ydi. Yaratıcısı olan Martin Heidegger''in kim olduğunu belki bilirsiniz. Nazi ''existentialism''inin kurucusu. Onu bir de Fransız existentialisminin kurucusu ile karşılaştırırsanız bu adamın ne tür bir obscurantist gericilik ideoloğu olduğunu anlarsınız.

Tanımlamaya bakar mısınız: obscurantist gericilik ideoloğu.

Zavallı Berkes, devrinin diğer dilettante''ları (msl. Hilmi Ziya Ülken) gibi çok okur, ama çokluk okuduğunu anlamazdı. Sophos kârı değildi.

Yine de “önyargılarının kurbanıydı” türünden aptalca bir lâf edemem hakkında. Önyargılarını îmal etmiyordu çünkü, devralıyordu. Ekşimek yazgısıydı.

* * *

Sözün özü, hakkındaki onca dedikoduya, onca düşmanlığa rağmen, bu kaba Alman köylüsü, granit kayalar kadar bu sert adam, kısacası Heidegger, 20. yüzyılda sadece Alman düşüncesinin değil, Batı düşüncesinin de kutbudur, bunda hiçbir kuşku yok.

Dünyanın saygın zekâlarının neredeyse tamamı Heidegger''in kişisel özellikleriyle eserleri arasında bir ayrım yapmak ve zekâsının büyüklüğünü teslim etmek durumunda kalmışlardır.

Kendisini sevmeseler bile, eserlerini beğenmekten geri kalmamışlardır.

* * *

Bu girişe ihtiyaç duymamın sebebi, Atilla Dorsay''ın ''Polanski'' hakkında yaptığı değerlendirmeler. Sırf yönetmen Polanski''nin eserlerini savunmak adına onun düşkünlüklerini de savunmaya kalkışması.

Yazık, gereksiz bir çaba.

Ve üstelik doğru da değil.

Adam tecavüzle suçlandığı için yıllardır kaçak dolaşıyor. ABD de kendisini yargılamak istiyor. Sayın Dorsay da “Bu işi ne uzatıyorsunuz canım, olan olmuş, unutun gitsin, bakın zaten tecavüze yeltendiği kız şimdi kırk yaşında. Polanski de zaten büyük bir sanatçı! Üstelik çocukken travma da geçirmiş” yollu güya savunmalar yapıyor.

— “O çılgın Hollywood yıllarında, Jack Nicholson''ın evindeki bir partinin kontrolden çıkması sonucu olmuş, neredeyse bir yol kazasıydı, o olay... Ve Polanski, şöhretin doruğundayken ABD''yi bırakıp kaçmak, tıpkı Charlie Chaplin gibi bir sürgün olmak ve o suçun yaftasını hayatı boyunca boynunda taşımak suretiyle, cezasını yeterince aldı.”

Dorsay, Polanski''nin anılarına da gönderme yapıyor. O anılarda Polanski''nin düşüklük ve düşkünlüklerinden başka bir şey yok oysa.

Elia Kazan''ın, hatta Ingmar Bergman''ın yaptığına benzer biçimde Roman Polanski de anılarında kadınlarla maceralarını anlatmaktan özel bir zevk alıyor. Göstermeyi, teşhir etmeyi, dışavurmayı seviyor. Övünüyor. Bu da anlaşılır bir şey. Adam en nihayet sanatçı. Uçlarda dolaşmayı seviyor ve bunu saklamıyor. Ahlâk adamı değil. Rahip ise hiç değil. Fakat kim ne derse desin Polanski''nin düşük ve düşkün bir tabiatının olduğu kesin. Kendisi de bu durumu itiraf ediyor zaten.

Bir sinemasever, onun bu tarafıyla ilgilenmek zorunda değil. Yönetmen hasta olabilir, hatta sapık bile olabilir, seyirciyi ilgilendiren en son tahlilde eserdir. Eserinin yanıda eser sahibi bir teferruattır, bir dipnottur.

Vatandaş ise, adamın sanatçı olup olmadığıyla ilgilenmek zorunda değildir. Herif sapıksa sapık, hastaysa hastadır onun gözünde. Yaptığı iş, davranışlarını aklamaz. Sanat tarihçileri nezdinde aklasa bile muhtemelen mahkemede aklamaz.

* * *

Hâl böyleyken, Dorsay''ın şu açıklamasını en hafifinden ucuz bir gayretkeşlik örneği olarak tanımlıyoruz:

— “İlla da reşit olmayan bir kıza, bir çocuğa karşı işlenmiş bu suçun, hiçbir zaman aşımı gözetilmeden cezalalandırılmasını isteyenler olabilir. Yine de, eğer onlar aynı zamanda gerçek bir sinemaseverseler, belleklerini bir yoklasınlar. (...) bunca güzel film, hayatlarımızı zenginleştiren bunca başyapıt da onları yumuşatmıyorsa... Öncelikle sinemaseverlikten istifa etsinler. Gerisini sonra tartışırız.”

Ne şimdi bu?! Eserleri hakkındaki değerlendirmeler yönetmenin kişisel hayatıyla ilgili değerlendirmeleri niçin yumuşatsın?

Sinameseverlikten istifa etsinler''miş! Niçin?

Her hâlde, gerçek bir sinemasever iseler, hayatlarını zenginleştiren bu yönetmenin eskide kalmış sarkıntılıklarına hoşgörüyle yaklaşacakları için.

Dorsay''ın bu akılyürütmesi tipik bir mugalata! Duygu sömürüsü.

Tartışılan, işlediği iddia edilen suç veya suçlardan ötürü Polanski''nin sanatı değil ki, kişisel yaşamı. Kişisel yaşamındaki sorunlar sayesinde o sanat eserleri ortaya çıksa bile, hakimlerin yargısıyla sanatseverlerin yargısını birbirini etkilemesi gerekmez.

* * *

Eserlerini aslından okumak için dilini öğrendiğim bir filozoftur Heidegger. “Metafizik Nedir?” adlı risalesini Berlin''de talebelerime ders olarak okutup şerh de etmiştim. Ne ki kişiliğinden pek hazzetmem. Bencilliğinin derecesini büyüklüğüyle mütenasib görsem de o derecesini mânen çiğ kalmış olmasıyla açıklamayı tercih ederim. Aklı kuru, kalbi katı bir düşünürdü, ve fakat sıkı düşünürdü.

Polanski ise aslâ sinemanın büyüklerinden olmadı, olamadı. Ne geçmişte, ne şimdi. sebebi de malum o düşkünlükler. Hakkını yemeyelim bir iki zikre değer eseri var. Bilhassa bir gençlik eseri: Sudaki Bıçak.

Sözün özü, ne Polanski için sinemaseverlikten istifa etmenize değer, ne de Dorsay gibi sinema zabıtalığı yapmaya.

Başka bir deyişle, bir düşünür veya sanatçıyı, ne sevmediğinizde Niyazi Berkes gibi davranın, ne de sevdiğinizde Atilla Dorsay gibi...

14 yıl önce
Felsefe"den sinemaya zabıtalık
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi