|
Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

“Dine karşı asıl hürmetsizliği yapanlar, kalabalığın taptığı tanrıları tanımamazlık edenler değil, bilakis tanrılar hakkında kalabalığın inandığını tasdik edenlerdir!”

1841''de doktora tezinin girişinde Epikür''ün bu sözünü alıntılayan genç Marx''ın zihninde, hikmet''in, sürülere has bir nesne olmadığı muhakkaktı.

Hakikatin bilgisi, ister istemez, kendine has bir sıradışılığı öngörür. Hakikat talibi, hikmet mabedine girerken nalınlarını dışarıda bırakmalıdır. Takım (!) elbiseleriyle, rugan pabuçlarıyla değil, asıl yalınayak ve çıplak bir hâlde, pek tabii ki tevâzuyla adımını eşikten içeri atmalıdır.

Kalabalığın inandığı tanrılar, “müesses din”in temsilinden başka nedir ki? Müesses din, yani kitleleri uyuşturmaya yarayan yasalar manzumesi... kalabalığın gürültüsü... yığınların... yaygın olanın... genişliğin ve yaygınlığın... sıranın ve sıradanlığın...

Ama kesinlikle derinliğin ve sıradışının değil!

* * *

Marx, kendisinin, yıllar sonra, kitleleri uyuşturacak sentezlere temel teşkil edecek müesses doktrinlerin ilâhî pınarı hâline geleceğini bilebilir miydi?

Hangi namuslu Marksist, bizatihi Marksizm''in süreç içerisinde “tanrılar (msl. bilim ve felsefe) hakkında kalabalıkların inandığı” bir din hâline geldiği hakikatini inkâr edebilir?

Din ve ideoloji arasındaki ''ve'' bağlacının anlamını yitirdiği nadir yerlerden biri de burasıdır! Yaşamın olumsuzlamasına direnebilme ve ısrarla açıklayıcılığını sürdürebilme kudreti, dinin de, ideolojinin de evrenselliğinin yegâne sınanma ölçütüdür. (''Mutlak hakikat” iddiamızı olgulara taşıyalım, bakalım hangisi ayakta duracak?)

Bilim ve ideolojinin din karşısındaki o kibirli burun kıvırıcılığının ömrü iki asır bile sürmedi!

Sesime kulak ver ey talib, ne fısıldıyorum, ne de mırıldanıyorum, bak, açıkça senin de duyabileceğin biçimde, hem de sükûnetle muradımı ifade ediyorum:

Tanrı öldü ama Allah yaşıyor!

* * *

Michaelangelo Antonioni''nin Blow-up adlı filmini hatırlamanın tam sırası. Antonioni''nin, yani Tarkovski''nin hayran olduğu -neredeyse- yegâne yönetmenin...

Blow-up aslında “fotoğrafı büyütmek” demek. Nitekim filmde de (nihilist) kahramanımız elindeki fotoğrafları büyütmek suretiyle hakikati görmeye çalışır. Sorun şuradadır ki görüntüler büyüdükçe temsil ettiği gerçeklik de o denli bozulur, eldeki ''bütün'' iyiden iyiye dağılır.

Düşünceleri mutlaklaştırma, yorumlarda abartıya kaçma, neredeyse hakikatin avuçlanabileceği vehmine kapılma da gerçekte böyledir. Hepsi de aslında birer blow-up işlemidir.

Dinler gibi ideolojiler de zaman zaman blow-up işlemine başvururlar. Evet, dinler de, ideolojiler de... VE dahî onların sahih ve gayr-ı sahih takipçileri de.

Abartmakta hiçbir sorun yok, sorun abartıyor olduğunu unutmakta!

* * *

Din, “hakikat pornografisi”nden yana değildir; hakikati göstermez, ona işaret eder. Kur''an dahi hakikati göstermez, sadece işaret eder ve bu amaçladır ki ''ayet'' sözcüğünü kullanır.

Dünyevî ideolojilerin, bu düzeyde işi zordur. Çünkü batınları yoktur, sırf zahirdirler. İç-dış, avam-havass ayrımına katlanamazlar. Tek boyutlu olmak zorundadırlar. Eşitlikçidirler. Çünkü halktan yana naif bir iyimserlikleri vardır. Bu iyimserliğin eleştirilecek yanı ise politik karakterde olmasıdır. Yani hakikatin değil, teorik gerekliliğin ürünüdür.

* * *

Birikim dergisinin 250. sayısı, “Sol ve İlâhiyat” başlığını taşıyor.

Dergiye emek veren arkadaşların entelektüel basiret ve firasetlerini tek kelimeyle tebrik ediyorum. Başka sayılarla da süreceğini bildiğim bu dosya, umarım, ülkenin nefes almakta zorlanan entelektüel yaşamına biraz olsun soluk aldırır, biraz olsun düşünülmeyenin düşünülmesine katkı sağlar.

* * *

Komünist Manifesto''nun bütün çağdaş Türkçe çevirilerine bakılırsa, Marx''la Engels''in kullandığı “patrizier-plebejer” kelimelerinin aynen (patrisien ve plebler şeklinde) çevrilmeden öylece bırakıldığı görülür. Oysa Manifesto''nun Mustafa Suphi/Şefik Hüsnü yoldaşlar tarafından “İştirakiyyûn Beyannâmesi” adıyla yapılan ilk Osmanlıca çevirisinde karşılık olarak “avam ve havass” kelimeleri kullanılmıştır. (Çevirinin ilk basımı 1923 tarihlidir.)

Üstelik mütercimler, Manifesto''nun daha ilk paragrafında geçen “einer heiligen Hetzjagd” tabirini, hem de hiç kompleks duymaksızın, “bir mukaddes Ehl-i Salîb tertibi” şeklinde çevirme gözüpekliğini gösterebilmişlerdir. Çünkü muhatablarının hassasiyetlerini ciddiye almışlardır.

Yani mesele asla sadakat meselesi değil, üslûb meselesiydi. Bugün bu toprakların dindar çocukları, Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü yoldaşların Komünist Manifesto''nun çevirisinde gösterdikleri üslûb titizliğini, onların sadık takipçilerinde de görmek isterler.

Birikim dergisinin yöneticileri, bu titizliği öteden beri gösterirler, iyi bilirim. Hem dil itibariyle, hem üslûb itibariyle. Ele aldıkları konuların, Sol''un kendisiyle hesaplaşmasına ve kendi kavramsal dünyasını zenginleştirmesine de katkı sağlayacağından hiç ama hiç kuşku duymuyorum.

“Asla sadakat”, tanrılar hakkında kalabalıkların inandığını tasdik edenlerin işi. Kalabalıkların taptığı tanrılara inanmayanların ise halka ödemeleri gereken bir üslûb borcu var. Dilimizi öğrenmek zorundasınız, ki bizler de sizlerin dilini öğrenmeye değer bulalım.

* * *

Düş kurmak, hayâl kurmak konusunda sosyalist arkadaşlarımızın, dinî geleneğin haşarı çocuklarının tarihsel tecrübelerine ihtiyaçları var. Ne de olsa bizler, düşlerine bu dünyanın bile dar geldiği tarihsel bir geleneğe yaslanıyoruz. İnadına düşlüyoruz.

Düş kurmak ve aldanmak bizim âdetimiz. Şimdi sizler de yanımızdasınız, ne mutlu bize!

Ortak atamız İbrahim! Düşü''nün hakikati uğruna biricik oğlunu bile kurban etmekten çekinmeyen o düş görenlerin sultanı İbrahim!

Bu fakirin düşüne katılır mısınız bilemem ama ben kesilecek kurbanı çoktan buldum, yeter ki siz bıçaklarınızı bileyin!

Gelin, önce şu nefis koçunu kesmeyi deneyelim de hakikat karşısında mütevazi olmayı birlikte öğrenelim!

14 yıl önce
Tanrı öldü, Allah yaşıyor!
Kara dinlilerle milletin savaşı
Hangi kamu kurumlarında 3 bin 585 TL’den fazla ödül verilebilir?
Bazı filmler, bazı meseleler
“Sevda bilmeyene hayal, düş gelir”
“Almanlar et başında”