|
Utana utana gülerken...

Aziz dostum Ali Saydam, "Her zaman papaz pilav yemez!" diye inandığından, Recep İvedik 2''nin, ilki kadar seyirciyi salonlara çekemeyeceğini iddia etmişti.

Üstelik iddiasıyla mütenasip görünen bir dizi gerekçesi de vardı.

Yazısını okuduğumda kendisine telefon açıp yanılma ihtimalinin yüksek (bence: ''kesin'') olduğunu söylemeyi aklımdan geçirdiysem de bunu yapamadım. Fakat film vizyona girdikten sonra da bir yandan haklı çıkıp çıkmayacağını merak edip durdum.

O kolay kolay yanılmazdı.

Yanlış anlaşılmasın, Saydam yanılmazdı demiyorum, bilâkis yanılır, hem de çok. Lâkin kolay kolay yanılmaz.

Her neyse, yayımlanan ilk rakamlar Saydam''ın yanıldığını gösteriyordu.

Yanılgısının nedenini ise biliyordum.

Önceden.

* * *

Önceden beyan edilmemiş kehanet, kehanet değildir.

Dolayısıyla zamanında riski üstlenilmemiş bir zaferin tadı da çıkmayacaktı. Bu yüzden ben de arayıp kendisine "N''oooldu beyefendi?" diyemedim tabii ki.

Usulca, kendimce, yüzyüze görüşeceğimiz bir âna sakladım bu maliyetsiz zevki. Nasıl olsa birgün ben de tahminlerimden birinde yanılacaktım, ki umumiyetle yanılan ben olurum, bu muhtemel zevki o günlerden birine saklamak en iyisiydi.

En iyisini yaptım ben de. Muhtemel zevki geleceğe sakladım.

* * *

İki gün önce ana-oğul bir keyif yapalım dedik, ve anacığımla birlikte Recep İvedik 2''yi izlemeye gittik. Bütün salon güldü, tabii ki biz de...

Hem de utana utana...

Çünkü küfürün bini bir paraydı.

Anacığım ara sıra beni kontrol etmek için utangaç gözlerini bana çeviriyor, bir yandan da gülüyordu. Daha doğrusu, gülmekten kendisini alamıyordu.

Kahkahalar arasında, her defasında gülerek gözlerinin içine baktım anacığımın.

Gülmekten kendisini alamasın diye!

Gönlünce gülsün diye!

Birkaç saatliğine perhizini bozup patlamış mısırlarını rahatça yiyebilsin diye.

* * *

Dün Saydam''ın köşeyazısını okuyunca, mesele, bir tahmin, bir kehanet meselesi olmaktan çıktı, analizi gerektiren bir mahiyet kazandı. Çünkü artık mesele, gülme''nin, gülmece''nin özüyle alakalıydı. Gülmenin ve gülmece''nin, yani komedi''nin...

Aziz dostum, belli ki biraz da istemeye istemeye, yazısına şu itirafla başlamış:

— "Recep İvedik rekora koşuyormuş. Ben, pek çok kişiyle girdiğim iddiayı herhalde kaybedeceğim... [Çünkü] "İkincisi birinciden daha az seyirci tarafından izlenecek!" demiştim."

Bu satırların ardından, Saydam, filmin muhtelif sahnelerinden alınma küfürlü/sövgülü sözlerden misâller veriyor, sonra da soru suretinde bir şikâyette bulunuyor:

— "Bu mu Türk halkının ortak ruhi şekillenmesi ve mizah anlayışı?..

Batsın bu dünya..."

Yani dostumuz demek istiyor ki:

— "Türk halkının ortak ruhi şekillenmesi ve mizah anlayışı böyle mi olmalı!"

Ben de cevap veriyorum:

Elbette böyle olmamalı, ama hoşumuza gitsin gitmesin gerçek bu!

* * *

Gerçek başka, gerçeklik daha başka!

Saydam, kendisinin pek iyi bildiği bu kuralı yine bizzat kendi ihlâl edip gerçekliği tahayyül ediyor ve sonra da kendisinin bu gerçeklik (hakikat) kavrayışı açısından gerçek üstüne konuşuyor.

Tebessüm ederek —müsaade ediniz tadını çıkarayım— kendisine diyorum ki:

Sayın Saydam! Sizin söylediğiniz gerçek değil, gerçeklik (hakikat) sadece!

Tahminlerinizi hakikate göre değil, gerçeğe göre yapmalıydınız.

"Türk halkının ortak ruhi şekillenmesi" Recep İvedik pazarına uygun. Daha evvel Kemal Sunal filmleri de aynı vasıftaydı. (Bugün Kemal Sunal''ın filmleri niçin biplerden geçilmiyor dersiniz?)

Türk halkının mizah anlayışı böyle.

Sadece Türk halkının mı?

Hayır! Bütün halkların mizah anlayışı zâten bu seviyededir. Zâten, yani zâtı itibariyle.

Niçin?

Gülmek, insanın, duygulanımları (tahassüsleri) içerisinde en maliyetsiz olanıdır da ondan!

Evet, en maliyetsiz ve en kolay olanı...

* * *

Utanma''yı, umumiyetle iki duygu takip eder: ağlamak veya gülmek.

İnsan utanmadan gülemez! Daha farklı bir ifadeyle, insan önce utanır, sonra güler. Utanırken güler. Utanma, tam da gülmenin temelidir çünkü.

Bizi utandırmayı becerenler, bizi güldürmeyi de becerebiliyorlar, bunu anlamayacak ne var?

* * *

Modern sanatın gözbebeğine kaleminin ucunu batırmış olan Baudelaire, açıkça, hem de hiç komplekse filan kapılmadan, Fransızların edebiyatta hep çirkefle beslendiklerini, dışkıya bayıldıklarını söyler bir keresinde.

Niçin, bizler, bayağı olana düşkün tarafımızla yüzleşmekten çekiniyoruz?

Hakikat yerine gerçekle beslene beslene büyüdüğümüz için mi?

Ve/veya:

Biz Türkler bir kaç asırdır hakikate değil gerçeğe talip olduğumuz için mi?

Not: 24 Şubat Salı günü 18.30''da Taksim Atatürk Kitaplığı''nda; 27 Şubat Cuma günü 19.00''da Altunizade Kültür Merkezi''nde. Çaresiz yine Hakikat''i konuşmak amacıyla.

15 yıl önce
Utana utana gülerken...
Sultan Vahdeddin’in yazdığı İslam ilmihali
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü