|
Yalnızlık kime mahsus?

Boğaz Köprüsü''nün ışıklandırılmasında seçilen renklerin anlamsızlığı ve estetik değerden yoksunluğuyla ilgili yazdığım eleştiri yazısı bir ilgi çekti, bir ilgi çekti ki sormayın!

Hatırlanırsa İstanbul halkının ve aydınların desteğini istemiştim. Aman yarabbi, o ne destekti öyle! Hakikaten göz yaşartıcıydı. Nitekim sorumlular daha o günün akşamından itibaren hem renkleri, hem renk sıralamasını değiştirdiler, hem de ışık ayarlarını.

Bir yandan ekonomik kriz, bir yandan siyasî-askerî bunalım. Ergenokon, darbe teşebbüsleri, lehte-aleyhte yapılan açıklamalar, demokrasiye ihanet ve bağlılık tartışmaları, vs.

Kıymetli halkımızın ve dahî aydınlarımızın o ağır gündem maddelerinden sıyrılıp rutin işlerine ara vermeleri ve bunca hengâme içinde şu köprünün ışıklandırılması meselesine el atmaları ne kadar büyük bir jestti, ah bir bilseniz!

* * *

Günlerdir uyuyamıyorum, kara kara, bu ağır entelektüel borcun altından nasıl kalkacağımı düşünüyorum.

Hakikaten büyük bir duyarlılıktı.

Hele hele nümayişler sırasında "Köprünün üzerinden o açık maviyi kaldırın!" diye o kendilerini yakanlar yok muydu, düşününce insanın aklı almıyor vallahi! O ne duyarlılık, o ne büyük estetik hassasiyetti! Söze ne hacet, hayran olunası bir adanmışlıktı.

"Nasıl sarıdan sonra kırmızı gelir? Sarıdan sonra mavi yanmalı!" diyerek kendilerini köprüden aşağı bırakanları ise hiç sormayın, adamlar köprü-üstü trafiğini değil, köprü-altı trafiğini bile tıkadılar.

Ben söyleyenlerin yalancısıyım, gemilerin yalılara doğru eğilim göstermelerinin asıl nedeni de bu çılgınlarmış. Köprü ışıklarını protesto uğruna gece yarısı köprüden atlayanların yarattığı o dehşetli çalkantı boğaz akıntılarının yönünü bile değiştirmiş.

"O iğrenç ışıkları görmektense dünya değiştiririm" diye intihar eden Türk aydınları hakkındaki istatistik veriler henüz rakam verecek denli kesinleşmemiş. Kesinleşince onu da öğreneceğiz.

* * *

Sanatçıların dayanışması ise bir harikaydı. ''Harika'' da kelime mi, dehşet vericiydi.

Terrible!

Hatta horrible!

Siyasal ve toplumsal bilinçliliği onto-epistemolojik duyargalarıyla renkçi bir direnişin tözüne dönüştürüp "imgelemeden simgelenemeyeceği" yargısını Hegelci diyalektiğin bir gerçeklemesi olarak insanın (d)evrimci kökleriyle birleştirme başarısı, şimdiden bir evrensel efsane niteliğine bile büründü diyebilirim. Sanırım.

Yine, sanırım, — ben hep sanırım— Boğaz ışıklarını keyiflerince yakıp yakıp söndüren yetkililer (Belediye yetkilileri?) de derslerini almış olmalılar.

Değerli halkımızın, estetik beğenisine karşı yapılmış en küçük saygısızlık karşısında bile nasıl da şaha kalkabileceğini görmüş oldular böylece. Korktular. Hiç değilse korkmuş olmalılar. Onların yerinde ben olsaydım, korkardım. Korkmasam bile ürkerdim. Nitekim ürktüm de. Çünkü bana aktarılanlar çok ürkünçtü!

(Bu vesileyle, kendimle ilgili bir itirafta bulunmak isterim: Ben korkmayı bilmiyorum, ama inanınız, öğrenmeyi çok istiyorum. Korkmayı öğrenene kadar ürkmeye devam edeceğim.)

* * *

Olaylı bir miting sonrasında karşıt görüşlü kimseler arasında çıkan çatışmada onlarca insanın vurulduğu, öldüğü veya yaralandığı bir sahne tasavvur ediniz ve kaçışan insan selinin ezdiği, çiğnediği, silip süpürdüğü, kazayla enkaz hâline getirdiği şeyler arasında kendi simit tablasının derdine düşen küçük çocuğunkine eş bir hasar/ziyan duygusunun ne anlamı olabileceğini düşününüz. En azından böyle bir hasar ziyan duygusunun ne kadar anlamı olabileceğini...

Lunaparklarda çarpışan-otolara binmiş beyinler, yaşadıkları o itiş kakış içinde iyiyi, doğruyu ve güzeli ne düşünebilirler, ne de hissedebilirler.

Lunapark kalabalığı içerisinde annesini kaybetmiş çocuğun çığlığını duymazlar, duyamazlar. Daha da kötüsü: duymak da istemezler.

* * *

Yazarken, zaman zaman, küçük bir çocuk gibi çığlık attığımı farkederim.

Yazarken veya yazdıktan sonra.

Hüzünle veya sevinçle.

Kaybedeceği veya bulacağı bir annesi bile olmayan küçük bir çocuk gibi...

Yalnızlık, bu yüzden olmalı sanırım, bana mahsus.

Not: 14 Haziran tarihli Vatan gazetesinin Pazar Eki''nde hekîm-hakîm hocalarımızdan Prof. Hüsrev Hatemi''yle yapılmış hoş bir söyleşi yer alıyordu; hem hoş, hem de öğretici bir söyleşi... Ancak bir husus dikkatimi çekiverdi: Gazeteci, "Fatih Sultan Mehmet''in diyabet olduğu nasıl anlaşıldı?" diye soruyor ve Hoca da şöyle cevap veriyordu: "(...) Fatih''in idrarına parmak batırıp tadına bakan ve diyabet olduğunu anlayan kişi bir İngiliz''di. Doktor olmayan şahıs, "Acaba ne özelliği var?" diye Fatih''in idrarına parmağına batırıp diline dokundurup "Aaa tatlı!" diye söylediği tarihî kaynaklarda var."

Bu açıklamaları sayın Hatemî''nin müktesebatıyla telif etmenin imkânı yoktu. Çünkü işin içinde yorum hatası değil, bilgi hatası vardı. Üşenmedim Hoca''yı bizzat arayıp kendisinden bu "açıklama"nın açıklamasını istirham ettim. "Nezaket gösteriyorsunuz!" diye mukabelede bulundu:

— "Bana atfedilen bu sözleri ben başka birinden duysam veya okusam adamın ya hep böyle veya bunamış olduğuna hükmederdim. Oysa ben bunun tam aksini söylemiş, Fatih devrinde kesin diabet teşhis metodu olmadığını, ancak Sultan Reşat''ın diabetinin kesin olduğunu söylemiştim."

Matbuat kazası diye buna denir işte!

15 yıl önce
Yalnızlık kime mahsus?
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle