|
Edebiyatın gücü

Tadına doyum olmayan sohbet meclislerinde insan kulaklarıyla beslenmenin hazzını yaşar. Gönüller sultanı Hazreti Mevlânâ “İnsan midesiyle değil, kulaklarıyla beslenir” diyor, el-hak, doğru söylüyor. Bilindiği üzere gıda, maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır. Vücudumuzu kuvvetlendirmek, dünya nimetlerinden - sözüm ona - daha fazla istifade etmek için alışveriş merkezlerini - neredeyse - ikinci adres haline getirdiğimiz halde, ruh dünyamızın inkişafı için - ne yazık ki - aynı gayreti göstermiyoruz. Hâlbuki her hususta olduğu gibi, beslenme konusunda da maddi ve manevi olmak üzere dengeyi, dengeli tutmak gerekiyor. Bir tarafı daima ağır basan terazi - tabii ki - terazi olmaktan çıkar.

Efendim, benim burada malumatfuruşluk yapmama gerek yok. Hepinizin bildiği üzere maddi sağlığın yanı sıra manevi sıhhati de kazanmak için Müslümanca yaşamak icap ediyor; ezcümle ibadete devam etmek, ihlaslı ve devamlı olmak kaydıyla Kur’an-ı Kerim okumak, Ezan-ı Muhammedi dinlemek, insanın ulvi duygularına hitap eden musıki ile meşgul olmak gerekiyor. Yukarıda da belirttiğim üzere sohbet şeyhlerinin, -günümüzdeki ifadesiyle - söz ustalarının ilim - irfan meclislerini süsleyen konuşmaları da manevi beslenme konusunda, emin olunuz, büyük bir rol oynuyor.

İzninizle bu hususta bir - iki cümle daha söyleyeyim. “Din nasihatten ibaret” olduğuna göre, dilin düzgün olması, bir mecburiyet olarak karşımıza çıkıyor. Dilin düzgün olması ne demektir, diye bir soru yöneltirseniz, hitabet sanatına vâkıf olmak, edebiyattan nasibini almaktır diye cevap verebilirim. Zaten iyi bir hatip olmak için güzel sanatlardan biri olan edebiyata ihtiyaç var. Edebiyat, sadece bu sahada ihtisas yapanlar için değil, her meslek erbabı için lüzumludur. Bunu “edep” kökünden gelen edebiyatın tarifinden anlıyoruz. Öyleyse biri ağdalı, diğeri sade olmak üzere edebiyatı tanımlayalım. Ağdalı anlatımı şöyle: “Edebiyat, muktezay-ı hâle mutabık serd-i kelam etmektir.” Ne demek istenildiğini anlayan anlamıştır. “Edebiyat, güzel konuşma, güzel yazma sanatıdır” dersek bu cümleyle de basit bir tarif yapmış oluruz. “Basit” kelimesine aldanıp –lütfen – cümleyi hafife almayın. Şiirde buna “sehl-i mümteni” deniliyor ki, basit gibi görünen, ancak söylenmesi zor olan ifadeler kastedilir. Dâvânın sonucunu etkilemek için - hiç - güzel söz söyleyen bir avukatla, konuşma özürlüsü bir avukat müsavi olur mu. Dili düzgün bir doktor, tatlı tatlı cümlelerle hastasını manen de tedavi etmiş olmuyor mu? Lafı biraz daha uzatacaktım ama konumuzla ilgili olarak aşağıya alacağım anekdota yer kalması için kısa kesiyorum.

Mehmet Âkif Ersoy “Letaif-i Arap’tan Kişizadeler” başlığıyla yayımladığı bir makalede, edebiyatın gücünü bakınız nasıl anlatıyor:

“Haccâc-ı Zâlim, zabıta memuruna yatsıdan sonra şehri dolaşarak, kimi sarhoş görürse boynunu vurmasını emretmiş. Ne kadar fazla kafa keserse, efendisinin yanında o kadar fazla itibar kazanacağını bilen bu haydut, hemen o akşamdan paçaları sıvayarak bucak bucak sarhoş aramaya başlamış.

Herif memleketin ötesini berisini dolaşırken, bir de bakmış ki, üç delikanlı iki tarafa yalpa vurarak gidiyor; bir sürü mahalle çocuğu da bunları, dalga gibi her taraftan kuşatmış “yuh!” gülbankiyle teşyi ediyor!

Zabıta memuru delikanlıları tutuklayarak, ‘Siz kim oluyosunuz ki, emir hazretlerinin fermanına isyan etme cüretinde bulunuyorsunuz? Söyleyin bakayım!’ deyince, içlerinden biri, okuduğu beyitte mealen şöyle diyor: ‘Haşimilerden olsun, Mahzumilerden olsun, kimse yoktur ki gelip de babamın önünde boyun eğmesin. Ben bütün eşrafın ve kabilelerin malına, kanına tasarruf eden bir adamın oğluyum!’

Anlaşıldı: Bu oğlan mutlaka Mü’minlerin Emiri’nin pek yakın akrabasından olacak.

‘Ya sen kim oluyorsun bakalım’ diye, ikincisine sorunca, o da okuduğu kıt’ada mealen şöyle demiş: ‘Ben ihsan ve in’am sofrası hiç tükenmeyen bir adamın oğluyum. Babamın tenceresi her zaman kaynar. Bir gün ocaktan insa, ertesi gün yine çıkar. Gece – gündüz yanan bu ocağın ışığına doğru halk akın akın gelir. Bir kısmı ayakta, bir kısmı oturarak o ateşin etrafını kuşatır.’

Galiba, bu da asil bir hanedana mensup olacak… İlişmeye gelmez. Bunları anladık, ‘fakat sen kimsin?’ sorusunu üçüncüsüne yöneltince o da şöyle cevap verir:

‘Ben o adamın oğluyum ki, dönmez bir azim ile safların içine dalar, kılıcıyla onlara istediği istikameti verir; muharebe meydanında atlar geri dönmek istese bile, babamın ayakları özengiden asla ayrılmaz!’

Mutlaka bu oğlan da serdarın (başkomutanın) çocuğudur. Zabıta memuru sarhoşların üçünü de bir yere kapatarak, sabahlaeyin vak’ayı Haccac’a anlatır. Haccac, üçünün de huzuruna çıkarılmasını emreder. Meğer bunların biri hacamatçının oğlu, ikincisinin babası baklacı (Araplarda sırf kuru bakla pişiren aşçılar vardır) Üçüncüsü de çulha (el tezgâhında bez dokuyan kimse) imiş!

Haccac, çocukların fesahatine ve belagatine, yani son derece güzel konuşmalarına hayran olarak meclisde bulunanlara demiş ki: İşte gördünüz ya, evladınıza edebiyat öğretiniz. Vallahi edip olmamış olsaydılar, şimde bunların üçünün de boynunu vururdum!”

Hazreti Yunus, boşuna “Söz ola, kese başı, söz ola durdura savaşı!” dememiş. Benim lisedeki hocam da “Bilmiyorsan edebiyat, yaşama, kendini denize at!” derdi.

Edebiyat yâhu!..

#Edebiyat
3 yıl önce
Edebiyatın gücü
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle