|
Mehmed Âkif’le ilgili latifeler ve nükteler

Bir insanın mizah yapabilmesi, latif latifeler söyleyebilmesi ve böylece taşı gediğine koyabilmesi için hem kültürel altyapıya, hem keskin bir zekâya sahip olması gerekiyor. Mizâhın izâhını tam yapabilmek için büyük âlimlerin hayat hikâyelerini, güçlü şâirlerin divanlarını ve diğer edebî eserleri ciddi ciddi gözden geçirmek

icap ediyor. Unutmayalım ki, mizah ciddi bir iştir.

Burada akla, mizahla ciddiyet bağdaşabilir mi diye bir soru gelebilir. Evet, zıt gibi görünen bu iki kelime aslında birbirinin tamamlayıcısıdır. Çünkü ciddiyet sözüyle kaliteli mizah, latif latife, hisseli kıssa kastedilmektedir. Mizahın gücü o kadar fazladır ki, bazen bir iki cümlelik latife koca bir kitaptan veya bir yığın sözden daha etkileyici olabilir. İlmî eserlerin sayfalarına serpiştirilen nükteler o ağır bahislerin daha kolay anlaşılmasını sağladığı gibi, sohbet meclislerine de renk ve âhenk katar. Yerinde ve zamanında söylenen mevzun sözler, gülümsetici ve tefekküre sevk edici cümleler kulakları ziynetlendirir. Bundan dolayı edebî türlerden biri kabul edilen mizah da mükeyyifattan sayılmaktadır. Tefekkür kadar tebessüme de ihtiyaç olduğu izahtan varestedir.

Türk edebiyatının ve şiir dünyamızın gözde isimlerinden Mehmed Âkif Ersoy’un da, büyük bir mizah kabiliyetine sahip olduğunu biliyoruz. Ciddi Âkif’imiz, lâubâlilikten hiç hoşlanmayan büyük şâirimiz aynı zamanda usta bir nüktedandır. Başta Safahat olmak üzere diğer bütün eserleri böyle zarafet örnekleriyle doludur. O, yazarken de, konuşurken de ibtizâle düşmeyen tam bir söz ustasıdır. Eskilerin ifadesiyle “meclis-âra” bir şahsiyettir. Nitekim aziz dostlarından biri olan Hasan Basri Çantay da bu özelliğini şu cümlelerle dile getiriyor:

O, ciddi bir mevzuya girmek istediği zaman ilk önce birkaç latife yapar, okuyucusunu neşelendirirdi. Bazen de karşısındakine melâl geleceğini hissedince, söz arasında yine neşelendirme yolunu seçerdi. Bu sayede bedîi zevki olmayan okuyucular bile Üstad’ın şiirlerini seve seve okurlar ve bitirmeden ellerinden bırakmazlardı.

Büyük şairimizin aziz dostları diyebileceğimiz Eşref Edip, Mithat Cemal, Süleyman Nazif, Ömer Ferid Kam, Mahir İz gibi kelâm ustaları da, birçok vesileyle onun ne büyük bir kültür hazinesine sahip olduğunu dile getiriyorlar.

Haydi, sözü uzatıp durma, birkaç örnek ver, dediğinizi duyar gibi oluyorum, “el-emrü fevkaledeb” diyerek emrinizi şöylece yerine getiriyorum.

Mithat Cemal Kuntay, “Ayda Bir” dergisinde yayımladığı bir yazıda şöyle diyor: Safahat şâiri Mehmed Âkif’in tiksindiği şeylerin başında cimrilik geliyordu. Bir arkadaşının kayınpederi çok cimriydi. Âkif, çok sevdiği bu arkadaşının kayınpederini çok cimri diye hiç sevmiyordu. Bu adam da Mehmed Âkif’e, kendisinden bir şey isteme ihtimali yok diye, çok sevgi duyuyordu.

Bir gün bu adam çok hastalandı. Lâkin parasına kıyamadığı için hekim getirtmiyordu. Nitekim damadı Mehmed Âkif’e geldi ve “Bizim kayınpeder galiba yolcu. Ölüm hâlinde bile hekim çağırmıyor. Sana çok saygı duyuyor. Eğer sen söylersen belki getirtir” dedi.

Mehmed Âkif, adamın yanına gidip, “Efendi hazretleri, bir hekim getirtseniz, iyi olur” dedi. Cimri herif, “Aman Âkif Beyefendi nasıl getirtebilirim” cevabıyla karşılık verdi. Mehmed Âkif, “Ne demek, nasıl getirtebilirim. Doğrusu bunu anlamadım” deyince adam şöyle anlattı:

“Âkif Beyefendi, hekim para ister!” Âkif, “İsterse verirsiniz” dedi. Adam, affetmeyen gözlerle Âkif’e bakıp, “Ne demek veririm? Ak akça, kara gün içindir” cevabını verdi. Âkif, adama daha fenâ gözlerle baktı ve: İşte o kara gün geldi, diye çıkıştı.

Merhum şâirimize atfedilen bir cimri fıkrası daha var ki, o da şöyle:

Âkif, Beylerbeyi Ziraat Mektebi’nde görev yaptığı sırada, aynı şubenin şefi olan ve eli sıkılığıyla tanınan zengin bir arkadaşının eşeğine -arada sırada- biniyor ve dostlarını ziyarete gidiyordu. Bir gün, bu adamın cimriliğini ihsas etmek için kendisine şöyle takıldı.

-Beyefendi! Eşeğiniz hep ağaç yaprakları yiyerek yaşamaya alışmış olmalı ki, arpayı gösterdiğimde tanıyamadı!

Âkif, sadece cimrilerden değil, kibirli insanlardan da hiç hoşlanmazdı. Gurur âbidesi diye nitelendirilecek kimselerle karşılaştığı zaman, bir yolunu bulup onlara gerekli cevabı verirdi. Ali Şevki Bey de işte böyle kendini beğenen, burnundan kıl aldırmayan tiplerden biriydi. Özellikle Avrupa’ya gidip geldikten sonra, gururundan, kibrinden yanına yaklaşılmaz olmuştu. Onun bu hali, tabii ki çevresindekileri çok rahatsız ediyordu. Âkif, bir gün, bir toplulukta kendisine şöyle hitap ederek gereken dersi verdi:

-Ali Şevki Bey, siz daha önceleri insanlara Fatih Camii’nin minaresinden bakıyordunuz. Avrupa’dan döndükten sonra ise, Eyfel Kulesi’nden bakmaya başladınız! Âkif’in bu sitemi, insanlara yüksekten bakanların, aslında nasıl alçaldıklarını göstermiyor mu?

Âkif’in mesleğiyle dalga geçmek isteyen bir adamı nasıl bozduğunu anlatmadan önce Tahirü’l- Mevlevî’den öğrendiğim kısa bir baytar fıkrasını nakledeyim.

Yenikapı Mevlevîhânesi’nde, “mukâbele” icra edildiği bir perşembe günü Salih Dede’nin hücresine Doktor Ârifî Bey gelmişti. Salih Dede, bu zatın doktor olduğunu öğrenince gidip önünde diz çöküyor.

-Ben hastayım, haydi bakalım, beni tedavi et, diye ricada bulunuyor. Doktor, neresinden şikâyetçi olduğunu soruyor. Salih Dede,

-Ben söyledikten sonra, senin doktorluğun kaç para eder? Onu, senin bulman gerekir, cevabını veriyor. Bunun üzerine doktor:

-Dede Efendi! Hastalığını söylemeyenleri baytarlar tedavi ediyorlar! Sen de onlardan birine müracaat et, karşılığını veriyor. Salih Dede bu cevabı aldıktan sonra, “Cevap aleyhime oldu ama iyi oldu” diyerek doktorun hazırcevaplığını takdir etmiş.

Salih Dede, Mevlevîhâne derken aklıma Konya Mevlevîhânesi geldi. Onu da istidrat kabilinden anlatayım. Devrin müstebit ve mütekebbir valilerinden biri, nasılsa bir gün yolunu Mevlânâ’nın türbesine düşürmüş. “Merd-i Kıptî şecaat arz ederken sirkatin söyler” fehvasınca, şu kadar yıl Konya’da valilik yaptım, buraya gelmeyi hiç düşünmedim! Postnişin Efendi, bu küstahça ifadeye şöyle karşılık vermiş:

-Beyefendi, bu dergâhı insanlar ziyaret ediyorlar!..

Yine asıl konumuza gelecek olursak, devrin züppelerinden biri, bir gün, bildiği halde bilmezlikten gelerek Âkif’e şu soruyu yöneltiyor:

-Beyefendi, sizin için baytar mektebinden mezun olmuş, diyorlar. Doğru mu?

Âkif verdiği şu cevapla adamı mat ediyor:

-Evet, doğrudur. Bir yerin mi ağrıyor?

Âkif’in can dostlarından biri de merhum Prof. Dr. Ömer Ferid Kâm idi. İstanbul Dârülfünûnu Şerh-i Mütûn Müderrisi, Âkif Bey Mısır’da iken ne hikmetse ona hiç mektup yazmaz. Bir süre sonra Âkif’in annesinin vefat ettiğini haber alınca kendisine bir baş sağlığı mektubu gönderir. Âkif, cevâbî mektubunda Ferid Bey’e şöyle sitem eder:

-Yâhu, senden ses seda çıkması için bizim evden cenaze çıkması mı gerekiyor.

Âkif, işte böyle hoşsohbet ve nüktedan bir büyüğümüzdü. Mekânı cennet olsun.

#Mehmet Akif Ersoy
#Edebiyat
#Şiir
#Dursun Gürlek
1 yıl önce
Mehmed Âkif’le ilgili latifeler ve nükteler
Birliğe çağrı
Rabbine hasım kesilen insan!
Sosyal çürüme yazıları 8: Sıkıntı yok cumhuriyeti
Belirsizlik ‘algılamayı’ öldürür
Reisi’nin manidar ölümü