Ahlak ve karakteri itibariyle, ilmi ve edebi seviyesi dolayısıyla, şairliği ve nüktedanlığı münasebetiyle kendisine muhabbet beslediğim kalem ve kelam erbabından biri de Tahirü’l-Mevlevi’dir. Merhumun en önemli hizmetlerinden biri de Hz. Mevlânâ’nın güzide eseri Mesnevi’yi en güzel şekilde şerh etmiş olmasıdır. Gerek Süleymaniye ve Laleli camilerinde yaptığı Mesnevi sohbetleri, gerekse bu konuda hazırladığı ciltler dolayısıyla kendisine “Şarihü’l-Mesnevi Tahirü’l-Mevlevi” unvanı verildi.
Emsali olan Osmanlı uleması ve urefası gibi o da “hezarfen” sıfatına layık bir kimseydi. Yayımladığı dini, tarihi, edebi ve tasavvufi eserler onun bu meziyetini teyit ediyor. Ayrıca binbir zahmetle çıkardığı Mahfil mecmuasıyla da ilim ve irfan dünyamıza büyük hizmette bulundu. Merhumun diğer bir hususiyeti de sohbet üstadı olmasıydı. Dostları tadına doyum olmayan sohbetlerini dinleyip “zevkyâb” ve “şevkyâb” oluyorlardı. Nitekim Mahir İz hocamız da hatıratında onu şu cümlelerle tarif ve tavsif ediyor:
“Tahirü’l-Mevlevi’nin evi mecmua-i üdeba (ediplerin toplantı meclisi) idi. Eski talebesi de sohbetine devam ederdi. Aruz’a hâkimdi. Dilerse sade Türkçe ile ve ‘milli vezin’ dedikleri parmak hesabıyla güzel şiirler yazardı. Nükte-gû, mükrim ve mültefit idi.”
Divanının yanı sıra bir de “Edebiyat Lügati” kaleme almıştı. Ayrıca, çeşitli dergilerde ve gazetelerde çok sayıda şiir yayımlardı. Kuleli Askeri Lisesi’nde ve diğer bazı eğitim kurumlarında yıllarca edebiyat hocalığı yaptı. Esefle belirtelim ki, edebi mahareti bu kadar yüksek olmasına rağmen antolojiler ve ansiklopediler onun “tahir” ismini görmezlikten geldiler. Nihat Sami Banarlı’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi”nin bir istisna teşkil ettiğini de bu arada belirtmiş olalım.
Tahirü’l-Mevlevi merhum önemli tarih vak’alarını şiir yoluyla anlatma konusunda da büyük bir maharet sahibiydi. Alparslan ile Romen Diyojen’i anlatan şiirini buna bir örnek olmak üzere kaydediyorum:
Alparslan adını taşıyan hâkan
Olmuştu İran’da ulu bir sultan
Onun buyruğuna her yer baş eğdi.
Şerefli sancağı göklere değdi.
Ordusu zaferden zafere daldı
Bağdad’ı, Hicaz’ı, Kudüs’ü aldı
Bunların hepsinde adı okundu
Bizans’a Kudüs’ün fethi dokundu
Romenos denilen Kayser davrandı
İki yüz bin kadar asker toplandı
Kayserin gözünü gaflet bürüdü
Bu korkunç orduyu çekti, sürüdü
Malazgird’e kadar yürüyen ordu
Yaktı, yıktı bütün geçtiği yurdu
Bu geçiş etrafa dehşet salmıştı.
Alparslan Hoy’dayken haber almıştı.
Vâkıa onun da askeri çoktu
Lâkin o sırada yanında yoktu
Başında on beş bin süvari vardı.
Düşman geliyordu, vakit pek dardı
On beş bin atlıyı çabucak derdi
Onlara hareket emrini verdi
O hafif süvari, o cirit atlı
Birer yıldırımdı, ziya kanatlı
“Ahlat” yanındayken bir kısmı onun
Çarpıştı öncüsü iki ordunun
Türklerin kılıcı düşmanı biçti
Dikeni çiğnedi, ileri geçti
Bizans’ın zırhları kana dalmıştı
Galebe meydanı Türk’e kalmıştı.
Kan akmasın diye nafile yere
Alparslan yolladı elçi Kayser’e
“Payitahta gidip ordum girince
Sulhü konuşuruz inceden ince”
Cevabını alıp elçisi geldi
Bu söz, Alparslan’ın bağrını deldi
Okunu, yayını kaldırdı attı
Kılıcı kınını kırdı, fırlattı
Sırtına beyaz bir elbise girdi
Ölüme giderken o kefeniydi
Sıçradı atına, döndü askere
Dedi kendisine bakan erlere
Yiğitler; bugün ben ölüm eriyim
Sultanlık bertaraf, sizden biriyim
Bildiğiniz hâkan olmuştur şimdi
Gördüğünüz gibi bir “serdengeçti”
Zırhsız, otağsız bir “dalkılıç”ım
En sağlam siperim göğsümde hıncım
Gideceğim böyle düşman üstüne
İsteyen buyursun benle düğüne
Şerefle ölecek geçsin ileri
Yaşamak dileyen çekilsin geri
Sözünü bitirdi, atını tepti
Türk’ü coşturmaya bu bir sebepti
Yüreklerde erlik odu tutuştu
On beş bin süvari hep birden coştu
O asker değildi, akar ateşti
Yanar volkan gibi düşmana aktı
Her yandan kapladı, kavurdu, yaktı
Az müddet içinde o koca ordu
Yıldırım vurgunu bir tarla oldu
Orduyla beraber bitince savaş
Eğildi öne haşmetli bir baş
Türk pâyitahtına girecek olan
Hâkan karşısında kalmıştı hayran
Evvelce olmuşken çenesi zağlı
Şimdi duruyordu elleri bağlı
Titriyordu yere dikmiş gözünü
Beklerdi hâkandan ölüm sözünü
Birkaç dakikacık bağrı üzüldü
Lâkin birden bire bağı çözüldü
Affı müjdesini ondan işitti
Yerlere kapandı, teşekkür etti.
Tahirü’l-Mevlevi’nin “Edebiyat Tarihimize Dair Manzum Bir Muhtıra” adıyla müstakil bir eser yazdığını da bu arada hatırlatmış olalım. Oradan da bir örnek verelim. Merhum, Fatih’in hocalarından Sinan Paşa’yı şöyle anlatıyor:
İstanbul kadısı Hızır Bey oğlu
Sinan Paşa açtı bir nesir yolu
Behresi varsa da nazımda, azdı
Adını yükselten nesirler yazdı
Gelinceye kadar Paşanın devri
Sade yazılırdı Türkçenin nesri
O yazdı seçili “Tazarruât”ı
Parlattı nesriyle edebiyatı
Üslubunu onun herkes beğendi
Nesrin muktedası tanındı kendi
Tazarruât’ın yok emsali hiç
Samimiyet ile sanat mümteziç
Asrında müseccâ yazdı, yazdırdı
Sonradan gelenler işi azdırdı
Paşa Fatih’in bir muallimiydi
Sonra vazifeden ihraç edildi
Kadı gönderildi Sivrihisar’a
Merkezde müderris kaldı bir ara
Sancak beyi oldu Gelibolu’nun
Sekiz yüz doksan bir vefatı onun.
Rabbim, bu güzel insanlara rahmetiyle muamele etsin!