|
Yahya Kemal’i duygulandıran Kur’an sesi

Anadolu’dan İstanbul’a gelen ve kültürel eserlere az çok ilgi duyanlar, ilk önce Ayasofya, Sultanahmet ve Süleymaniye camilerinin yanı sıra Yerebatan Sarnıcı’nı ve Topkapı Sarayı’nı da muhakkak ziyaret ederler. Aynı ziyaret Avrupalı ve Amerikalı turistler için de söz konusudur. Hatta onlar bizimkilerden daha meraklı oldukları için önce bir ön hazırlık yaparlar ve gezilerini uzun tutarlar. Yıllardır İstanbul’da yaşadıkları halde bu tarihi mekânların semtine bile uğramayanların irapta mahalli olmadığı için kendilerinden bahsetmeye gerek yok. İlla bir şey söylemek icap ederse, “Ol mâhiler ki, deryâ içredir, deryâyı bilmezler!” mısraını terennüm etmek kafidir.

Bu kısa mukaddimeyi sözü Topkapı Sarayı’na getirmek için yaptım. Bu muhteşem sarayı anlatan başka eserler yazıldıysa da benim favorim Reşat Ekrem Koçu’nun “Topkapı Sarayı” isimli kitabıdır. Adı geçen eseri önemli kılan saik, müellifinin iyi bir müverrih (tarihçi) olması ve üslup güzelliğine sahip bulunmasıdır. O da hocası ünlü tarihçi Ahmet Refik Altınay gibi, tarihi hadiseleri ve şahısları anlatırken onları edebiyatın ambalajıyla süslediği için yazıları zevkle ve şevkle okunuyor. İsterseniz deneyin.

“İhmal edilecek bir ziyaret değildir” cümlesiyle söze başlayan Koçu, şanlı ve şerefli Osmanlı hânedânının tam beş yüz sene muazzam ve muhteşem bir ikâmetgâh olarak kullandığı Topkapı Sarayı’nı üç beş saat içinde gezen bir ziyaretçi, beş asırlık bir tarihin o güzelim havasını teneffüs eder diyor ve ekliyor: “Hiçbir müze üç-dört saat içinde göze bu kadar güzelliği ve vak’alar panoramasını arz edemez.” Temelini Hazreti Fatih’in attığı bu saray sinesinde barındırdığı tarihi eserler itibariyle tam bir hazinedir. Koçu’nun kitabı ise göz kamaştırıcı böyle bu saray için mükemmel bir rehberdir. Sayın Prof. İlber Ortaylı’nın müdürlüğü (başkanlığı) sırasında bendeniz de burada personele bir süre Osmanlıca dersleri verdim ve sarayın her tarafında nümâyân olan muhteşem tabloları seyrederek gözlerimi cilalandırdım.

Efendim, Topkapı Sarayı’nın mü’min ziyaretçileri en fazla cezbeden köşesi –hiç şüpheniz olmasın– Mukaddes Emanetler Dairesi’dir. Tam bir İstanbul âşığı olan ve gerek şiirleriyle, gerek nesirleriyle bu aşkını dile getiren Yahya Kemal, gezilerinden birinde işte bu Mukaddes Emanetler Dairesi’nde hissettiği ulvi duyguları şairane bir üslupla dile getiriyor. İlk defa, “Hilafete Yakın Bir Gün” başlığıyla 14 Şubat 1921 tarihli İleri gazetesinde yayımlanan yazısında sarayın padişahlara tahsis edilen odalarını ve diğer bazı aksamını anlattıktan sonra sözü Hırka-i Saadet Dairesi’ne getirip şunları söylüyor:

“Revan Köşkü’nü gezerken kulağıma derinden bir Kur’an sesi geldi. Birden bire İslam mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisinin içine bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lazım. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Bey’e söyledim. Ve bu Kur’an sesinin nereden geldiğini sordum.

‘Hırka-i Saadet Dairesi’nden!’ dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhânî bir daire, pencereye arkasını vermiş bir hafız, öteki âleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor; diğer bir hafız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.

Rehberim Lütfü Bey’e sordum. Hırka-i Saadet’te ne zamanlar bu hatim indirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: ‘Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü, bilâfasılâ…’

Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz malumat verdi: ‘Yavuz Sultan Selim, hilafetin alameti olan Hırka-i Şerif ve diğer Emânât-ı Mübârekeyi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece Saray’da yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar, bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin (durmaksızın) Kur’an okunuyor. Bu hafızlar el’an kırk kişidir. Daima ikişer ikişer nöbetleşe vazifelerini ifa ederler. Bugün de bu iki hafızın nöbeti’ dedi.

Bu gece bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an okunuyor. Tam dört yüz seneden beri böyle fasılasız okunmuş.

O günden beri bu düşünce bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri hilafetin Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilafet makarrı (başşehri) olan İstanbul’da, böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur’an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler (tahttan indirmeler), kıtaller (kanlı olaylar) bu Kur’an sesini bir an bile susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum.”

Şairimiz 30 Mart 1922’de Tevhid-i Efkâr gazetesinde de yayımlanan bu yazısını şöyle bitiriyor:

“Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki, hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!”

Fatih’le Yavuz’u - dede torun olarak - böyle dini, deruni bir geleneği bize miras olarak bıraktıkları için bir kere daha rahmetle, minnetle yâd ediyoruz. Rabbim, âhiret komşuluklarını nasip eylesin.

#Yahya Kemal
#İstanbul
#Ayasofya
2 yıl önce
Yahya Kemal’i duygulandıran Kur’an sesi
Rabbine hasım kesilen insan!
Sosyal çürüme yazıları 8: Sıkıntı yok cumhuriyeti
Belirsizlik ‘algılamayı’ öldürür
Reisi’nin manidar ölümü
İran bu sancılı günleri nasıl atlatacak?