|
“İşte bu benim şarkım!”

Her sonbahar “şarkısı” ile gelir. Kiminin zihninde Alpay’ın sesi yankılanır: “Eylül’de gel”; kiminin zihninde Yahya Kemal’den dizeler akar: “Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları/Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa... Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...”

 Bu yazıda zamana ve mekâna ait olmak, dahil olmak bahsine, 30 Ağustos’u Fatih Belediyesi’nin kendine mahsus bir şekilde kutlayışı üzerinden değineceğim.

Gün 31 Ağustos, yer Yedikule Hisarı, saat 20:10. Her yaştan, her kesimden misafirler, Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan Bey’in davetlisi olarak 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Savaşı’ndan Otlukbeli Savaşına (11 Ağustos 1473), Mercidâbık Muharebesi’nden (24 Ağustos 1516) 30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ne kadar Ağustos ayında gerçekleşmiş zaferleri yad etmek üzere, Şef İhsan Özer yönetimindeki Tarihi Türk Müziği Topluluğu ve Mehter Takımı’nın icra edeceği konseri izlemek için hazır.

İstanbul’un nemine rağmen konser meydanında gece, hafif bir esintiyle latif. Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan zaman konusunda hassas, başkalarına iade edilemeyecek tek şeyin zaman olduğunun farkında. Tam zamanında geliyor konsere. Kısa ve öz bir konuşma yapıyor. Ardından programın sunuculuğunu üstlenen Enes Ergür, Türk Tarihi’nin Ağustos Zafer Günlüğü’nü okuyor.

Şef İhsan Özer yönetimindeki İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu sahneyi teşrif ediyor. Ardından Mehteran, Elçi Peşrevi ile yavaş yavaş ilerliyor sahneye.

O esnada 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun sesi adeta semaya karışıyor: “İşte bu benim şarkım!”

“İşte bu benim şarkım” diyen çocuk oradaki bütün çocukların sözcüsüymüş meğer. Annelerinin kucağındaki bebekler, konser başlayana kadar ortalıkta koşturan çocuklar konser adabı edinmişçesine sandalyelerinde kıpırtısız dinledi bütün gece.

O çocuğun sesini işiten kaç kişiydik? O çocuğun sesini benim ta yüreğime yerleştiren, kendi çocukluğum elbet.

Afyonkarahisar’da, Kütahya’da, Uşak’ta çocukluğunu bırakmış olanlar, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı çocukluğunun en derin hatırası olarak muhafaza eder. Mesela benim yaz tatillerinde, köyde geçen günlerimin içinde, rençberin işini gücünü 30 Ağustos’ta bitirme telaşı saklıdır. “Harmandan kalkılacak ve Abide’ye gidilecek”tir.

“İşte bu benim şarkım” diyen çocuğun yaşıtlarından kaç kişi bu marşı “kendi şarkısı” bellemiştir? Belleyecektir? Dijital kültürün aşırı zengin seçenekler dünyası zevk paydasında bütünlenmeyi engellediği gibi, okul müfredatının giderek içinin boşalması da ortak bir kültürün içinde toplumsal hafızanın kazanılmasına hiç katkı sunmuyor.

Ne demek istiyorum? Programın sunuculuğunu yapan Enes Bey’in okuduğu şiirler benim kuşağımın ezberindedir. Mesela Yahya Kemal’in Akıncılar şiiri. Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik/Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/Ak Tolgalı Beylerbeyi hayırdı: İlerle!/Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilerle. Yahya Kemal’in bu şiiri yanlış hatırlamıyorsam ortaokul müfredatında idi. Bir şiirin üzerinde en az bir hafta durduğumuz için şiiri kendiliğinden ezberlemiş olurduk.

Şair “Beni bir sardunya büyüttü” demişti, günümüz çocuklarını kim büyütüyor ve bellekleri hangi bilgilerle dolu bilmiyoruz.

Ânı, zihinde kayıtlı metinler ve hatıralar üzerinden idrak ederiz.

“İşte bu benim şarkım” diyen çocuğun sesini başka bir zaman belki duymazdım. Belki duyardım da o gece etkilendiğim kadar etkilenmezdim. Siz de kendinize soruyorsunuzdur muhakkak: Bunu neden sevdim/sevmedim? Bunu benim nezdimde bu kadar önemli kılan neydi? Başka bir zaman dikkat çekmeyen o şey neden tam da şimdi ya da tam da o gün çok mühim oldu? Beğeni ya da tiksinme anlarında kendimi çok sorguya çekerim. Toplumsalın izini kendimden, kendimdeki izleri toplumsal olandan toplaya toplaya yol alırım. İlk gençlik yıllarımda bunu farkında olmadan yapardım, sosyoloji doktoramı tamamladıktan sonra bunu bir düşünme metodu olarak benimsedim.

O gece o çocuğun cümlesini benim için o kadar değerli kılan iki kitaptan bahsetmek istiyorum. 25 Ağustos’u içeren hafta iki kitap ile birlikte yol almaya başladım. Savaş ve Barış’ı sesli kitap olarak dinlemeye karar verince, daha önce başladığım bazı bölümlerini okuduğum Nataşa’nın Dansı’nı yeniden gündemime aldım. Nataşa’nın Dansı tek cilt olarak basıldığı, yani kalın bir kitap olduğu için maalesef her zemin ve zamanda okunması mümkün olmuyor.

Savaş ve Barış romanı ile Rusların kültürel mirasını inceleyen Nataşa’nın Dansı kitabının ilgisine gelince... Kitabın yazarı Orlando Figes giriş yazısında kitabın amacını, Savaş ve Barış’ın bir sahnesi üzerinden izah ediyor okuyucusuna. Savaş ve Barış yüzlerce kişiyi ve Fransızlarla girişilen savaşın bütün cephelerini anlatmakla birlikte, özellikle üç ailenin merkezde olduğu bir romandır. Rostovlar bu ailelerden biridir ve onların küçük kızı Nataşa romanın en hareketli, en ele avuca sığmaz kahramanıdır. Fransız mürebbiyenin yetiştirdiği, Petersburg sosyetesinin bu delişmen kızı, erkek kardeşi ile birlikte gittiği bir köy ziyaretinde, bir halk dansını ruhuna uygun olarak icra eder. Prenses gibi yetiştirilen bu genç kız bir halk dansını bu kadar kusursuz bir şekilde oynamayı nasıl ve nerede öğrenmiştir? Tolstoy da Orlando Figes de bu sorunun peşinden gidiyor.

Ne acıdır ki bugün çocukların ve gençlerin öğrendiği her şey sanal alemden edinilmiş, bazen yalan yanlış bazen de birbirinden kopuk, bir öncekinin bir sonrakini geçersiz kıldığı fragmanlar şeklinde.

Yani bütün dünyada çocukları “sanal sardunyalar” büyütüyor.

Meraklısı için notlar:

1- Proje Yönetmenliği’ni Osman Özsoy’un, Genel Sanat Yönetmenliği’ni İhsan Özer’in yaptığı Yeditepe İstiklal Konseri seyircisi sınırlı ama etkisi derin bir konser idi. Belediyeler toplu organizasyonları önemsiyor ama mahalle ölçeğindeki etkinlikleri pek ciddiye almıyor. Yedikule Konseri, Fatihli olmanın bilincini ciddiye alan bir çalışma, emeği geçenleri tebrik ediyorum.

2- Özel günlerin, anma programlarının, tekrarın tekrarı bir bıktırıcılıktan kurtarılarak tematik güncellemelerle toplumsal mekân ve toplumsal zaman idrakine destek sağlaması gerekiyor. Bu anlamda Ağustos ayının zaferlerinin tematik bir bütünlük içinde dile getirilmesi hoş idi.

3- Herkesin kendine göre bir tarih anlayışı, kendi meşrebine uygun bir tarih söylemi var. Bendeniz güne meşruiyet kazandırmak için tarihin malzeme olarak kullanılmasına mesafemi korumaya dikkat ediyorum. Anakronik söylemlerin sadece istikbale değil istiklale de zarar verdiğini düşünüyorum.

4- Bütün bunları yazmaya ne gerek vardı diye düşünenler için söylemiş olayım, tarihî bir günü yazan kalemin nasıl bir tarih anlayışına sahip olduğunu okuyucunun bilmesi gerektiğini düşündüm.

#Aktüel
#Edebiyat
#Fatma Barbarosoğlu
8 ay önce
“İşte bu benim şarkım!”
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!
Unutma sakın!