|
Kâbus

O anlar, benim için kâbus gibi bir şeydi. Birileri ayağa kalkmış, el çırparak: "Dışarı! Dışarı!" diye çığrışıyor. Öbür tarafta başka birileri, bu protestoyu protesto etmek isteyenleri teskine uğraşıyor, birileri ayağa kalkıp kürsüye yürüyor, kürsüyü kuşatma altına almaya çalışıyor, bir başkaları bunu önlüyor, öte yandan birkaç kişi de, bütün bu olan bitenlerin yöneticisi konumunda duran şahsa yönelip ondan bazı taleplerde bulunuyor ve fakat talepleri, anlaşılan, olumlu karşılanmayınca, aralarından biri kürsüye çıkıp önceden hazırladığı bir metni sinirli bir eda ile okumaya savaşıyordu. Tam bir kâbus havası yaşanıyordu. Hayır, kriz değil, kâbus.. Kürsüye fırlamış elindeki kâğıdı okumaya savaşanı engellemesi gerekenlerden çıt çıkmıyor, bilakis sanki orada meşru bir iş yapılıyormuş gibi durup ona bakılıyor, dahası belki de dinleniyordu. İşte o anda, Napolyon Bonapart''a atfen anlatılan bir menkıbeyi hatırlamaya başlıyorum. Rivayete göre, Napolyon, Fransız Millet Meclisi''ni tek başına işgal etmiş ve tek başına, yüzlerce milletvekilini tutuklamış. Olay şöyle gelişmiş: Napolyon, her nasılsa âniden Meclis''in toplantı salonuna dalmış. Milletvekilleri yerlerinde oturuyormuş, salona dalan Napolyon, seri ve kararlı adımlarla kürsüye yönelmiş, belinden tabancasını çıkartmış ve hakim bir tonda: "Hepiniz ayağa kalkın!" diye emretmiş. Milletvekilleri de, ne olduğunu anlamadan, büyülenmiş gibi ayağa kalkmışlar. O esnada, Napolyon''un ikinci emri duyulmuş: "Şimdi, birerli kolla dışarıya çıkın!" Teker teker dışarıya çıkan milletvekillerini, dışarda bekleyen Napolyonun''un yaveri hepsini kelepçeleyip tutuklamış.

Olur mu böyle şey denir mi? Olmuş. Benim yaşadığım kâbus aslında bundan daha vahim. Yukardaki kargaşayı tertipleyenlerin hedef aldığı kurban da o ortamda terkedilmiş duruyor. Ona sahip çıkması gerekenler, yalnızca seyirci konumuna çekilmişler. Sahip çıkmaya korkuyorlar. Çünkü karşılarında ceberrut tavırla duran birileri var. Ama zaten kâbusun özelliği budur: kişi, iki tehlike arasında sıkışıp kalır. İleriye gitse bir belâ, geriye çekilse ayrı bir belâ.. Ama onların bir misyon üstlendikleri düşünülüyor: kurban olarak ortaya sürülen genç kızı, onlar ortaya sürmüştür. Ama işi zorda görünce, ona sahip çıkmayı reddediyorlar. Karşı atağa geçmeyi, ortalığın büsbütün karışacağı gerekçesine sığınarak reddediyorlar. Oysa onların gözünün kirişi kırılmıştır. Yani bir kez dayak yiyen, ikinci bir dayaktan ürküyor; ikinci kez dayak yemektense pısmayı tercih ediyor. İyi de, madem pısacaksın, o meydanda işin ne? O kurbanı barbarların eline teslim etmenin sebebi hikmeti ne? Ama söylüyorum işte: bütün bunlar bir kâbus ortamında cereyan ediyor. İnisyatifi ele geçiren bırakmıyor ve inisyatifi bir kez daha kaybeden bir daha onu ele geçiremiyor.

Bir kâbustan kurtulmanın yolu, ancak o kâbustan uyanmakla mümkün olur. Kâbusun içinde kalarak kâbustan kurtulmanın imkânı yoktur. Bilakis kâbus içinde kâbustan kurtulmaya çabalamak, kâbusun şartlarını ağırlaştırmanın yolunu açık tutmaya yarar. Yaşanan olayın bir kâbus olduğu kabul edilirse, ondan kurtulmak da kolaylaşabilir. Ama kâbus içinde kâbus yaşamak da olmayacak işlerden değildir. Uyanılan ikinci kâbusta verilen telefatın hesabının yapılması, yeni bir kâbusun yaşanmasına da yol açabilir.

25 yıl önce
Kâbus
Filistin neyimiz olur?
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü