|
Kırılmalar dünyası

“Hiç kimse farkında değil” diye mırıldandı kendi kendine, “en tehlikeli fay kırıkları insanların içinde!”

Yaşayıp giderken, o telaşlı akış, o bitimsiz hay huy içinde oradan oraya sürüklenirken farkında olmuyoruz; bir çok şey gözlerden ve dikkatlerden uzak yerlerde gürültülü bir suskunluk içinde yıkılıp gidiveriyor kendi kendine. O tahripkâr kırılmalar dünyasında herkes, hepimiz tek başına, tek başımıza yaşıyoruz. Hiç kimsenin başkalarının kırılmalarına şahitlik etmeye yetecek gücü, dirayeti, tahammülü yok. Orası, kıyımıza vuran hoyrat dalgaları kendi başımıza göğüslememiz gereken bir yer... Kendimizi, kendi gücümüzle, kendi sabrımızla ayakta tutmamız gereken yer... Hikayemizin, en acıklı, en keskin, en ince ayrıntılarının yazıldığı yer... Hayat tutanaklarına bakarsanız, her şey dışımızdaki şu yorucu ve karmaşık dünyada yaşanıyor güya. Hiç öyle değil oysa, herhangi birimizin hikayesine gerçek karakterini veren ayrıntılar için, tek tek içinde yaşadığımız o kırılmalar dünyasına bakmak gerekiyor asıl.

“Yaşlı adam, divanda sessiz ve hareketsiz uzanmaktaydı. Bütün sözleri dinlemişti. Ama ne tuhaf, bundan hiç üzgünlük duymamıştı... hiç üzülmüyordu, artık. Eskiden küt küt vuran ve sarsan o çılgın saat şimdi hareketsiz göğsünün içinde; belki de kırılmıştı. Hiçbir titreyiş yoktu. Ne kızgınlık ne de bir kin! Hiç, ama hiçbir şey duymuyordu” diye yazmış unutulmaz öyküsü ‘Yürek Çöküntüsü’nde Stefan Zweig.

Bazen, beklenmedik bir anda, sıradan, görünüşte benim için hiçbir önemi yokmuş gibi görünen bir şeyleri düşünürken, sanki içimin varlığından haberdar bile olmadığım bir sokağında bir bina büyük bir gürültüyle yıkılıveriyor. Toz toprak ortadan kalkıp yıkım bütün boyutlarıyla görününceye kadar orada ne olduğunu tam olarak anlayamıyorum, hatta belki ondan sonra da...

“En çok içinin patikalarında yolunu kaybediyor insan” dedi yanındakine, “kimin elinde içinin haritası var!”

Beraber yürüyoruz zannediyoruz ama düşüp geride kalanlar var. Beraber konuşuyoruz diye düşünüyoruz, oysa bir an gelip bütün seslere ilgisini yitirenler var. Hep birlikte yaşayıp gidiyormuşuz gibi geliyor bize, belki hemen yanı başımızda kendi anaforunun içinde çaresizce dönüp duranlar var. Birlikte olduğumuzu varsayıyoruz hep, kendini bir an bile bizim içimizde, bizimle birlikte hissetmeyenler var. Tastamam bir bütünüz gibi düşünmek işimize geliyor, ufak ufak kırılıp dökülenler, büyük bir parçalanmayı uzun uzun yaşayanlar var.

“Belli bir yaşayış uygulamışlar bana. Görünmeyen bir giysi giydirmişler. Sıkıyor beni, çıkarıp atamıyorum. Düğmelerini çözemem mi? Bu bile güç. Ya çıkarıp atanlar? Tutuyorlar onları. Deliler evine kapıyorlar” diyen biri var, Yusuf Atılgan’ın öykülerinden birinde.

Bir de şunu düşünün; söylediği sözlerle yüzüne kapanmış kapılardan hiçbirini açamayan biri ne hisseder?

Seslere aldanmayın! Bazen susmanın en çaresiz hali yüksek sesle konuşmaktır. Yenilginin en fazla can yakanı, itiraf edilemez olandır. Yalanın en yaralayıcı olanı, gerçek bilinip dururken söylenendir. İnsan, en çok kendinde kaybolur.

“Bazen düşünürken kendimizle ilgili hiç bilmediğimiz şeylerin farkına varıyoruz” dedi beyaz saçlı adam, “Garip gerçekten, insan onca yıl kendini kendinden nereye saklıyor!”

#Kırılmalar dünyası
3 yıl önce
Kırılmalar dünyası
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?
İran’da değişimin ayak sesleri…
İslâmcılık, milliyetçilik ve tam bağımsızlık