|
Hayat devam ediyor!

Ondokuz Nisan sabahı, diğer sabahlarda hangi uyuşuk yüz ifadesi ile uyanıyorsam, yine aynı yüz ifadesi ile uyandım.

Yerimden aynı mıymıntı halleri takınarak kalkıp, banyoya aynı şekilde sallanarak ve ayaklarımı sürüyerek gittim.

Yüzümü yıkayarak zerre kadar değiştiremeyeceğimi anladığımda, yani beşinci ya da altıncı yüz yıkama işleminin ardından banyoyu terkettim.

Islak yüzümü kurulamadığımı farkettiğimde, havlunun bulunduğu yere, yani banyoya yeniden döndüm.

Bütün dikkatime rağmen, çenemin altında yine o her sabahki bir damla su yakamdan içeriye düşmek için fırsat kolluyordu ve ben, güneşin doğmak için acele etmesinden, havlunun kurulama işinde yeterince mahir davranmamasına kadar bir dizi olayı zihnimden geçirip, biraz daha öfkelendim.

Üstelik kahvaltım da tam hazır değildi.

Ya acele edip iyice demlenmemiş çayı bardağıma boşaltacaktım ya da söylenedurarak beklemek gibi karmaşık bir süreci göze alacaktım.

Adı üstünde olması gereken beyaz peynir sararmış, zeytin kurumuş, tereyağı da buzdolabının sadece benim farkettiğim o hafif metal kokusuna bürünmüştü.

Lop, rafadan ve kayısı gibi üç gerçek seçeneği bulunan yumurta, yine benim en tercih etmediğim seçenekte kararlı davranmış ve mevzuya ya istemediğim kadar katı, ya istemediğim kadar cıvık ya da istemediğim kadar fransız kalmıştı.

Seçenek zenginliğinin bu kadar aleyhime şekillenmesi ve beni tam bir seçeneksizlik haliyle başbaşa bırakması, fena halde bunalmam sonucunu doğurmuş ve ben, gayrı ihtiyari, "Off burası da ne kadar havasız!" diyebilmiştim.

Biliyordum ki evde kimse olsa, kesinlikle bana hak verdiğine dair herhangi bir ses ya da ses kümesi çıkartmayacaktı. Evde kimse olmayınca, bu defa da ben, ruh sağlığımın istikrarı bakımından bana hak verecek herhangi bir sesi duymak istemeyecektim.

Her halukarda gidip pencereyi açacak ve caddelerin eşsiz karmaşa senfonisini odama davet edecektim.

Sonraki bir saat, bu yaptığımın pişmanlığıyla geçecekti.

Ve öyle de geçti.

Pişmanlığın dikenli lokmalarını bir bir mideme indirerek traş oldum ve ayaklarımın hiç gitmek istemediği yollardan mesai denen mahkumiyetimi doldurmak üzere kendi fasit daireme gittim.

Saatler ilerledikçe, bugünün de diğer günlerden hiçbir farkı olmadığı gerçeği yavaş yavaş kafamın "dank etme servisi"ne yakınlaştı.

Hep aynı laflar, hep aynı dedikodular, hep aynı gerçekler, hep aynı çaylar, hep aynı haberler, hep aynı didişmeler ve hep aynı hayatın hep aynı sonuçları etrafımda yine o hep aynı demode yamyam danslarını sahneliyordu.

l9 Nisan sabahı da, diğer günlerin sabahlarında olduğu gibi, bir an durup kendime baktığımda, bir yere dalıp gitmiş, bir şeye takılıp kalmış ya da bir gerçeğe saplanıp bitmiş adamlardan birinin fotoğrafını gördüm karşımda.

Birileri haklı çıkmanın, birileri ofsayta düşmenin, birileri golün atılmasına ve yenilmesine katkıda bulunmanın, birileri seyirci kalmanın ve birileri de hiç oralı olmamanın beyhude gayretiyle yorup duruyordu çenesini.

Türkiye herbirimizle, herbirimizin karıştırdığı her naneyle ve elimize yüzümüze bulaştırdığımız her renk boyayla gurur duyuyordu(!) yine.

Ve 19 Nisan''ın bütün o plastik mana ve önemine rağmen hayat; yine hiçbirimize esaslı dokunuşlarla dokunmadan, sadece şöyle bir sürünerek geçip gidiyordu yanımızdan.

İnanın öyleydi; 19 Nisan sabahı, 18 Nisan sabahının ve 20 Nisan sabahının tıpkısının aynısıydı.

Rakamlar dünyanın insanlık oranlarını yine yükseltemiyordu.

Ve anlaşılan; bizler başka birileri, günler başka günler olmadıkça, önümüze çıkan seçenekler de başka seçenekler olmayacaktı.

25 yıl önce
Hayat devam ediyor!
Çağrısız çağ"dan "kusursuz cinâyet"e ve ebu"l-vakt"e…
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!