|
Parantezler

Ölümün bir saati yok. Belli bir şekli de yok ölümün. Doğrusu ölüm hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Hiçbir sırrını vermiyor bize. Ölümü ölüm yapan da bu. Bu belirsizlik büyütüyor ölümün hayat üzerindeki gölgesini. Ve bu gölgeyi hesaba katmadan hayattan sözedebilmek de mümkün olmuyor. Ne kadar esrarlı bir bilinmezlikle kuşatılmışsa ölüm, en az onun kadar kuşatılmış durumda hayatın kendisi de. Ne kadar inkar götürmez bir gerçekse yaşıyor olmak, o kadar kesin bir gerçekliği var ölecek olmanın da. Her gün böyle büyük bir ikileme açıyoruz gözlerimizi. Hayatın heyecanına ve ölümün korkusuna... Nefes almayı başardığımız anların tamamında hayat kazanıyor bu yarışı. Ama nedense, daha küçük olduğunu söyleyemiyoruz yine de ölüm ihtimalinin. Yaşayacağımız anların sadece biri ölümün anı olacak oysa! Öyle ya, milyonlarca anı dolu dolu yaşayacak ve onlardan sadece birinde öleceğiz. Terazinin kefelerine koyduğumuzda, yaşadığımız anların ölüm anından çok daha ağır çekmesi gerekmez mi? Ama durum hiç öyle görünmüyor gözümüze. Bu ikisinin arasında tuhaf ve ürkütücü bir eşitlik, bir denge var. Hayat ne kadar yer kaplıyorsa içimizde, ölüm de işte tam o kadar yer kaplıyor. Ne eksik, ne fazla... Yaşayacağımız her anın içinde en az hayat ihtimali kadar güçlü bir ölüm ihtimali bulunduğunu biliyoruz çünkü. Her gün hayat kazanıyor olsa da, sonunda ölüm kazanacak. An gelecek, nokta konacak. O noktayla cümlemiz bitecek. Ölümün zamanı, hayatın anlamını belirleyecek.

Acımı paylaşıyor musunuz? Acınızı paylaşıyor muyum? Bu acı nasıl bir şey? Elimi uzatıp içinizdeki koru çıkarabilir miyim? Ya siz, şu zonklayan beynimi benden uzaklaştırabilir misiniz? Bunu kim yapabilir? Benim yerime unutabilir misiniz olanları? Ya da ben sizin yerinize kazıyabilir miyim hafızama gittikçe solgunlaşan bütün o resimleri? Siz yakınlarınızı kaybettiniz, ben uzaklarımı. Ben olduğum yerden uzağa gidemiyorum, siz gittiğiniz uzaklıktan geri dönemiyorsunuz. Ne uçurum çekilir sizin ayaklarınızın altından, ne ben istesem düşebilirim çılgın bir koşuyla o uçuruma. Sizin ellerinizi meydan ateşlerinde ısıtmanız, ısıtır mı benim üşüyen ellerimi de? Acı bölünebilir mi orta yerinden bir somun ekmek gibi? Bölünemezse nasıl paylaşılır? Nasıl paylaşırım bölünmez bir bütün olarak içinize oturmuş acınızı? Bir kulpu var mı acının, tutup çıkarasınız derinliklerimden? Acımı paylaşabilir misiniz canınız acımadan? Acınızı paylaşabilir miyim sizin yerinizde olmadan?

Evlerimizin daha sağlam olduğunu sanıyorduk. Yuvalarımızın bütün diğer yerlerden daha güvenlikli olduğunu düşünüyorduk. Tuttuğumuz eli bırakacağımızı söyleseler inanmazdık. Bizim durduğumuz yer sabitti ve artık değişmezdi hiçbir şey... Öylesine sahiplenmiştik ki konumumuzu, sanki yer yarılsa bir şey olmazdı bize. Ama işte yer yarıldı ve her şey değişti. Şimdi herkes hayatın devam ettiğinden dem vuruyor. Hayır etmiyor. Hayat o sarsıntılı kavşakta bitti ve yeniden başlıyor şimdi. Sanki söylemekte olduğumuz cümleyi unutuvermişiz ve kendimizi bir başka cümlenin tam ortasında buluvermişiz gibi. Önceki cümlemiz sonsuz, şimdiki cümlemiz başsız... Çünkü yer yarıldı ve fay hatlarıyla birlikte kırıldı hayatlarımız. Boşa çıktı hikayemiz hakkında bütün bildiklerimiz. Şimdi başka biri gibi devam edeceğiz mecburen başka bir hikayeye. Ama bu defa vazgeçeceğiz biriktirmekten belki de... Hayatın bütün o kırılgan resimlerini...

Mürekkep rüzgardır, değirmen gölge...


25 yıl önce
Parantezler
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle