|
Şairaneliğin insansızlığı

Renkler azaldı sanki, tonlar kaybolup gitti. Biçimler düzleşti, onları başka şeylerden ayırt etmemizi sağlayan girintilerini çıkıntılarını yitirdi her şey. Duygular klişeleşti, söz kalıpları inceliklerin, güzelliklerin, derinliklerin üstünü örttü. İç yangınlar, kalp titreşimleri, eşref saatleri, efkar vakitleri ve başka ne kadar şairanelik varsa hayatımızda hepsi, zamanın şuur giderici eczalarıyla kökünden kurutuldu. Hayat, iç bayıcı fotoğraflarımıza fon teşkil etmekten başka bir işimize yaramaz oldu. Bakınca hayatın kendisini değil; sadece vitrinleri, markaları, trendleri, modelleri, imajları, emojileri görür olduk. Birbirimizle kelimelerle değil; harflerle, rakamlarla, işaretlerle konuşur olduk. Hayatın öz ritmi değil ilgimizi çeken, cihazlarımızın internete bağlanma hızı... Biri bize gerçekten bir şey anlatmaya çalıştığında sıkılıyoruz. Çünkü anlamamanın, derinliğine kavramamanın, künhüne varmaya çalışmamanın verdiği aptalca konfora meftun olduk. Her şeyi düz istiyoruz, en kaba haliyle, en tek lokmada yutulur haliyle arzu ediyoruz. Hayata değil, insana değil, duygulara ya da fikirlere değil; bize hiçbir şey kazandırmayan ama hiçbir maliyet de çıkarmayan tuşlara dokunmak istiyoruz. İnsanlık derdi, kalplerin hakikati gelip bizim kıyılarımızı dalgalandırmasın istiyoruz. Bu durgunluğu, bu içi boş cümleleri, bu ifadesiz yüzleri, bu birbirine dokunmadan yaşamaya imkan veren hayatları seviyoruz. Belki sevmesek de, güvenli buluyoruz. Artık neredeyse hepimize birazcık eski usul gelen heyecanlardan deliler gibi korkuyor, çekiniyoruz. Kulaç atmak değil, kendimizi öylece sulara bırakmak istiyoruz. Su bizi kaldırdıkça yaşar gideriz sanıyoruz. İnsan sadece suda boğulur sanıyoruz.


“Yeter kardeşim, hiç mi güzel bir şey yok kardeşim şu dünyada!” dedi isyan eden. “Var elbette ama hepsi bakmadığımız yerdeler!” dedi sakin olan.

“Önce sokaklar kayboldu. O çığlık çığlığa, kızlı erkekli bir yığın çocuğun gün boyu doldurduğu toprak sokaklar. Oyun esnasında koşarken düşüp dizlerimizi, dirseklerimizi yaraladığımız, yırtılan gömlek ve pantolonumuz yüzünden annemizden bir sürü azar işittiğimiz toprak sokaklar. Oyunu ve hayatı birlikte öğrendiğimiz, bir türlü sığamadığımız o canım sokaklar” diye yazmış ‘Sokak Sesleri’ kitabında rahmetli Nusret Özcan. Ne güzel, ne ince, nasıl ak pak, ne dopdolu bir insandı. Ne kadar da kalıbını dolduran adamdı. Tam 10 yıl olmuş bu dünyadan sessizce göçeli. Mekânlar severdi onu, artık cennet olsun inşallah mekânı.

Kıyamet kopuyor olsa ve elinde bir fidan yoksa üzülme! İçinden bir güzellik geçir. İçinden güzellik geçirenler varken kıyamet kopmaz, o da ayrı mevzu...

Şaban Abak dostum yeni kitaplarından biri olan ‘Taze Söğüt Dalından Düdük Nasıl Yapılır?’da söğüt ağacını o kadar tatlı anlatıyor ki: “Söğüt kaba ve kırçıl görünümüne rağmen ipek gibi narin ve bir o kadar duygulu, hassas bir ağaçtır. Şair mizaçlıdır da. Şu dünya cehenneminde bize cenneti hatırlatan bir gülümseyiştir. Dünya zindanından göklere açılan gök yeşili bir penceredir. Suyu sever, akar suyun çağıltısını sever. Bıraksalar suyun içinde yaşar. Bir kökü mutlaka akar suyun içindedir, hatta bazan dallarını uzatır da o inanılmaz güzellikteki yapraklarıyla okşar gibi suyun yüzünü sever. Hem kök damarlarıyla hem dal uçlarıyla suyu içer de içer. Suya böyle aşık başka ağaç yoktur.” Ben birkaç satırını buraya aldım, sizler de gidip Şaban Abak kitaplarını topluca alın. Bakınca böyle şairane gören bir dikkate, yaşıyor olmanın idrakini taşıyan böyle bir hayat bilgisine, yaşama inceliğine hepimizin, her vakit, özellikle de şimdi, çok ihtiyacımız var.

Ağaçlara bakınca ağlayacak gibi olan insanlar, insanlara bakınca ağlayacak gibi olan ağaçlar da var.

“Yalnız sev,” dedi meczup, “başka neye ihtiyacın var ki!”

#İnsan
#Yalnızlık
#Şiir
6 yıl önce
Şairaneliğin insansızlığı
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle