|
Futbol tarihinden güncel öyküler

Nasıl da unutmuşum! Oysa Galatasaray-Arsenal maçından hemen önce 17 Temmuz 1998 tarihli bir yazımı bulup kenara koymuş ve "Galatasaray kupayı alırsa bunu mutlaka anımsatacağım okurlarımıza!" demiştim. Zaferin getirdikleri belleğimden bir şeyler götürmüş anlaşılan. Biraz gecikmeyle de olsa okurlarımızın belleğini tazelemek istiyorum; bu öyküleri unutmuş olanlar, tıpkı benim gibi, okurken büyük zevk alacaklar. Aşağıdaki öykülerin tamamı, 1970''lerin sonunda yayınlanan "Yıllarboyu Tarih" dergisinde Cem Atabeyoğlu''nun kaleme aldığı nefis futbol yazılarından:

İlk öykümüz 1928 Amsterdam Olimpiyat Kampı''nda geçiyor. İspanya Milli Takımı antrenman yapıyor; dönemin efsane kalecisi Zamora da işi gösteriye dökmüş. Antrenmanı izleyenler arasında dünyanın dört bir yanından pekçok ünlü futbolcu var. Zamora bu oyuncuları sırayla sahaya davet edip penaltı attırıyor. Adamcağızların şutlarını birbiri ardına kurtaran Zamora ortada çalım satarak dolaşıyor. Bizim Solaçık Bedri de "Bu işi olsa olsa ''Bombacı'' Bekir çözer!" diyerek arkadaşını aramaya çıkıyor. "Bombacı" o sıra barakasında tıraş olmakta; arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp yarım kalmış tıraşıyla soluğu sahada alıyor. Paçasını hafifçe sıvayıp sakin tavrıyla biraz geriliyor ve Atabeyoğlu''nun deyişiyle "o amansız sol şutlarından birini oturtuyor!" Top ağlarda, Zamora mahcup. Top bir kez daha Bekir''in önüne konuyor; yine sol şut, yine gol. Zamora çareyi topu başka birisine yollamakta buluyor. İzleyenler merakla "Kim bu yaman futbolcu?" diye sorarken bizim futbolcular hep bir ağız bağrışıyor: "Türk Bekir! Türk Bekir!" O sıra "Bombacı" Bekir yarım kalan tıraşını bitirmek için barakanın yolunu tutmuş bile. Sonuç: Biz herkese haddini bildirmesini seven bir milletiz.

İkinci öykümüzün yeri Taksim Stadı. İlk milli maçımızı (26 Ekim 1923) Romanya''ya karşı oynadığımız bu stad, şimdi de ilk gece maçına sahne oluyor. Tarih 9 Eylül 1939. Stadın hazırlanma işi "stadyum uzmanı Koço"ya verilmiş. Koço sahanın çevresine direkler diktirip bunların arasına sıra sıra donanma ampulleri çektirmiş, kapalı tribünün tepesine de birkaç minyatür projektör yerleştirmiş. Top yerdeyken saha pırıl pırıl, ama top havalandı mı görünmez oluyor. Koço kafasını kullanıp buna da çare bulmuş; yedi sekiz topu koyu kıvamda kireçli suya batırıp iyice aklaştırmış. Oynanan topun kireci aşındı mı sahaya yeni bir top atılıyor, çıkan top da derhal kireç kovasına. Böylece top az çok görülüyor, ama bu Fenerbahçe-Beyoğluspor maçında üç tane "gözü bozuk" Fenerli oyuncu var: Şevket, Fikret, Orhan. Bunlar için kafa topları ve uzun paslar mesele. "Vallah" Orhan arkadaşlarına demiş ki "Topu atarken bana seslenin!" Maç boyunca arkadaşları kendisine seslendikçe, Orhan Adana şivesiyle "Nirde? Nirde?" diye haykırarak sahada dört yana saldırıp durmuş. Sonuç: Kafamızı çoğun iyi kullansak da kimileyin şaşkınlığa düştüğümüz olur.

Yazıyı iki "kafa" öyküsüyle bitirelim. İlk öykünün kahramanı siyahi teni nedeniyle "Kara İnci" diye anılan Vahap. Gezmedik kulüp bırakmayan, ama bütün gönlüyle Altay''a bağlı olan Vahap Özaltay, son nefesini de heyecanlı bir konuşma yaptığı 1965 Altay Kulübü Kongresi''nde vermiş [Güncel not: Altay hem Vahap''ın anısına, hem de Türk futboluna onca katkısının gereği bir an önce 1. Futbol Ligi''ne dönmeli!]. Altaylı santrfor 1931 yılında bir iddia üzerine atletizm yarışlarına katılmış, 200 ve 400 metrede İzmir birincisi olmuş. İş öyle bir yere varmış ki 1932''de futbolcu olarak milli formayı giyen Vahap, 1933''te aynı formayı bu kez atlet olarak giymiş. Yine 1933 yılında Fransız futbol kulübü Racing''ten transfer teklifi alan Vahap kendini Paris''te bulmuş. Atabeyoğlu''nun deyişiyle "sürati, futbol tekniği ve golcülüğü ile olduğu kadar şahane kafa şutlarıyla da" kendini göstermiş Fransa''da; bu ülkede "Türk Kafası" adıyla anılır olmuş.

Son öykümüz 1924 Paris Olimpiyat Köyü''nde geçiyor. Antrenman sahasında gösteri var; bütün ülkelerin futbolcuları, futbol adamları oraya yığılmış bu gösteriyi izliyor. Bir yanda İskoç antrenör Billy Hunter, diğer yanda Beykozlu "Kelle" İbrahim; karşılıklı kafa paslarıyla, topu yere düşürmeden tam 500 kez saydırıyorlar, Hunter yorulunca "Kelle" İbrahim kendi başına devam ediyor. Topu kafasında 165 kez daha sektiriyor, işi sürdürecek ama aşırı tezahürat dikkatini dağıtıp topu düşürmesine neden oluyor. "Kelle" İbrahim tebrik yağmurundan dolayı iyice mahcuplaşıyor. Bir de Uruguaylı yöneticiler gelip "Bizim oyunculara kafa vuruşu öğret!" demesinler mi, "Kelle" İbrahim kaçacak delik arıyor. Neyse, araya Hunter giriyor da İbrahim teklifi kabul ediyor ve geleceğin dünya şampiyonu takımına "kafalarını nasıl kullanacaklarını" gösteriyor.

Temmuz 1998''de, Dünya Kupası''nın hemen ardından kaleme aldığım bu yazıyı şöyle bitirmişim: "Bunca ''kafa'' öyküsünden siyasal bir ders çıkarmamak olmaz: Biz Türkler yeniden ''kafamızı kullanmaya'' başlarsak, içinde bulunduğumuz ve her kurumun, siyasi örgütlenmenin, neredeyse hemen her bireyin sorumlu ve suçlu olduğu bu ''Fetret Devri''nden kurtulacağız. O zaman klasmandaki yerimizle değil, finaldeki rakibimizin kim olacağıyla uğraşacağız. ''Nirde? Nirde?'' diye sormayın: Koço''nun aydınlattığı stadda ''Kelle'' İbrahim''in kafa pasına ''Siyah İnci'' Vahap kafayı oturtunca..."

Türkiye Eylül 1998''den bugüne uzanan süreçle "uluslararası strateji"de, Galatasaray''ın UEFA Kupası''nı almasıyla da "futbol"da "kafasını kullanmaya başladığını" kanıtladı. Sıra Milli Takım''da!

24 yıl önce
Futbol tarihinden güncel öyküler
Poşet
Kara dinlilerle milletin savaşı
Amerika Ortadoğu’yu Çin’e bırakır mı?
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!