|
Âlimin ölümü, âlemin ölümü

Sözlüğe bakılırsa kayınpederimi ama gerçekte öz babamdan hiç farkı olmayan Prof. Dr. Salim Öğüt''ü toprağa verdik. O''nun ebedi hayata intikali, bir oyun yerinden farkı olmayan bu geçici dünyadakiler için büyük bir kayıp oldu. Bu vesileyle O''nun nasıl bir şahsiyet olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kendisi 1956 yılında, Tokat''ta doğdu. Babası Hacı Murat Efendi, hafızasında tam 70.000 beyit bulunan, devlete verdiği her hizmetin karşılığını alnının teri kurumadan aldığını söyleyerek emekli maaşına bağlanmayı kabul etmeyip hastalığı artana dek çalışmaya devam eden bir beyefendiydi. Annesi Rüveyde Hanım ise "Benim cennetim O''nun rızasıdır" diyerek eşine ve evlâtlarına hizmette kusur etmeyen bir fazilet abidesiydi. Babacığım, Tokat İmam-Hatip Lisesi''ne başladığında artık ilim ehli olma yoluna girdiğinden kendisinin aile efradınca sadece "Salim Efendi" hitabıyla çağrılmaya başlandığını ve bu hitabın ona her defasında nasıl bir sorumluluk yüklediğini tekraren hissettiğini anlatırdı.

1977 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü''nden mezun olduktan sonra bir sene Erenköy Kız Lisesi''nde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği yaptı. Ardından yüksek lisans ve doktorasını Suudi Arabistan''daki Mekke Ümmü''l-Qura Üniversitesi''nde tamamladı. 1989 yılında Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi''nde Telif Uzmanı olarak göreve başladı. 1992''de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi''ne, 1995''de ise Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi''ne intisap etti. 1997''de doçent, 2003 yılında profesör oldu.

En son İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi''nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayken katıldığı bir televizyon programında, canlı yayın sırasında kalp krizi geçirdi. Kriz geçirmeden önceki son cümlelerinde ibadetlerin hikmetini anlatmaktaydı. İnsanın dünyada nasıl bir hâl üzere yaşarsa, son nefesini de o hâl üzre verdiğini babamın vefatıyla bir kez daha müşahede ettik. Ömrünü ilim ve irşada adamıştı, son nefesini verirken de bu çaba içindeydi.

Malumunuz, cumhuriyet kurulalı beri alimlerimiz ya cinayete veya zorunlu sürgünlere maruz kalmıştır. Rejimin kurdurduğu ilahiyat fakülteleri de dini ilim ve irşaddan çok dini tenkit ve tahkir etmek için gereken profesyonelleri yetiştirmek amacı gütmüştür. Böyle bir vasattan neşet eden ilahiyatçılar için de üç seçenek var olmuştur:

Ya ilimlerini rejimin hizmetine sunup ''Allah ile aldatanlar'' kafilesinin gönüllü yolcuları olacak,

Ya kendi dünyalarında ilimleriyle amel etseler dahi halkı irşad noktasında sinecekler,

Ya da bedeli ne olursa olsun, ilminin gereğini eliyle, diliyle ve kalbiyle yarine getireceklerdir. Şahidim ki Salim Hocaefendi, hep üçüncü seçeneği tercih etmiştir.

28 Şubat''ın karanlık günlerinde dahi yaptığı hiçbir konuşmada ezilmemiş, bilakis yeri geldiğinde darbecileri bile yerden yere vurmaktan çekinmemiştir. Bu yüzden aldığı tehdit telefonları çoğaldığındaysa ailesini toplamış ve onlara vaziyeti anlatarak şöyle demiştir: "Her şey olabilir. Canımıza da malımıza da kast edilebilir. Ben anacığımın karnından üniversite hocası olarak doğmadım. Atarlarsa gerekirse tuğla ocağında çalışır, yine size bakarım."

İslâm ümmetinin tevhidi üzerine duygusal konuşmalar yapmaktansa pratik olarak bunun için çaba sarf ederdi. En ''radikal'' olarak görünen gruplar da onu konuşmaya davet ederdi, en''ılımlı'' bilinenler de... Ve O, aldığı her davete icabet ederdi. Ama sözünü de sakınmazdı. "Bir hatip olarak sizleri memnun edecek sözleri söylemeyi iyi bilirim. Ancak madem beni hoca olarak görüp çağırdınız, benim de ihtiyacınız olanı söylemek üzerime vazifedir" diyerek hak bildiğini dile getirirdi.

Malumunuz bazı ilahiyatçılar, özellikle konferanslarda salondaki hazirundan ziyade öndeki protokol sıralarını etkilemek amacıyla, özellikle Batı literatüründen bildikleri ne varsa ortaya koymaya çalışırlar. Babacığımsa, en başta salonda toplanmış bulunanlara hitap ederdi ama protokoldekilere de kendini dinletmeyi bilirdi. Halkı irşad etmek öncelikli emeliydi. Bu amaçla kitaplar yazdı, konferanslar verdi. Çağrıldığı takdirde Avustralya''dan Avrupa''ya kadar yurt dışına da giderdi, ülkemizin en ücra köylerine de... Hatta yanılmıyorsam Zaman gazetesinde "Köye giden profesör" diye hakkında bir haber de yayınlanmıştı. Yine bazı ilahiyatçıların Allah''ı sevdirmek bahanesiyle İslâm''ı bir "çiçekler ve böcekler" dini haline getirmesinden rahatsızdı. "Allah''ın gazabını unutup, unutturarak Allah''ı sevemeyiz" der, buna sohbetlerinde de değinirdi.

O''nun kadar insanî ilişkilerde muvaffak birisini hiç tanımadım. Hal ve hereketlerinde hep Hz. Peygamber''i hatırlatan bir duruşu vardı. Dâim gülen yüzü ve hoş hitabıyla fethetmediği gönül kalmış mıydı bilmiyorum. O''nun nazarında benim adım hiçbir zaman "Hilâl" olmadı, hep "Hilâl''ciğim"di...

O''nun kadar dünya malına tok birisini de hiç tanımadım. Yaklaşık on yıl önce kayınvalidesinin hediye ettiği bir takım elbisesi, iç astarı değiştirildikçe kullanılan yirmi yıllık bir ceketi, anneciğimin zorla aldırdığı üç-beş pantolonu ve üç-beş gömleğinden öte kendisi için hiçbir varlığı yoktu. Gerekirse borç alır, öğrencilerine ve ihtiyaç sahiplerine infak ederdi. Yaptığı pek çok hayırdan ya sonradan tevafuk olarak haberimiz olurdu ya da hiç olmazdı.

Vahiy ile heva arasında geçen bu imtihan diyarında, O hep Vahiy kapısına yakın durmaya gayret etti. Allah mekânını cennet eylesin. Bizlere de O''na yakışan, Hz. Peygamber''in izinden giden evlâtlar olmayı nasip eylesin.

Amin.

٪d سنوات قبل
Âlimin ölümü, âlemin ölümü
Korku zamanı
Boykotta kafalar neden karışık
Kimin enflasyonu
Terör örgütü elebaşı olarak İsrail portresi…
Hamas’ın ateşkesi kabulü ve İsrail’in Refah Operasyonu