|
İstediğini yazmak ya da yazamamak

Usta öykücümüz Rasim Özdenören''in, kendi köşesinin, güncelliği ağır basan üçüncü sayfadan alınıp şu anda okuduğunuz kültür-sanat sayfasına taşınması üzerine 4-5 yıl önce kaleme aldığı ilk yazıyı hatırlıyorum. O zamanlar Nabi Avcı''nın da değindiği mezkûr yazı, Özdenören''in "Yeter artık, oh bee!..." dercesine rahatladığını gösteren bir final yazısıydı. Kendisini yazmak zorunda hissettiği bir köşeden, kendi ihtiyarı ile yazmak istediği bir köşeye geçmek için adeta can atan bir yazarın sevinci ile karşı karşıya idik. Cinayetlerin, kıtallerin, işkence ve kız kaçırmaların yoğunluklu olduğu kan damlayan bir sayfadan, kendine has iklimi olan bir sayfada yazmak yazarımıza belki de farklı bir haz veriyordu.

Son zamanlarda yazdıklarını onun kadar kalıcı kılan yazar çok azdır. Arif Ay''ın deyişiyle o, piyasa gündemine takılmadan kendi gündemini güncelleştiriyor ve köşesini bir dergi gibi kullanıyor. Bir bakıma daha önceden planladığı kitaplarının bölümlerini peyderpey kaleme alıyor. O kadar da değil diyeceksiniz. Evet, o kadar da değil dediğimiz yazılar bile bir kitabın müstakil bölümleri gibidir.

Geçen sene geçirdiği ameliyattan sonra Özdenören bilindiği gibi geçen yine bir ameliyat daha oldu. (Bu vesile ile kendilerine geçmiş olsun dileklerimizi bildiriyoruz.) İlk ameliyattan sonra hastalık ve sağlık üzerine birkaç yazı kaleme almıştı. Yazarla yazılanlar arasında bağ kurarak bunları da bir kitabın mübeşşiri olarak takdim etmiştik. Bu ameliyattan sonra o yazılarını tamamlayacağını umuyoruz. Son haftalardaki yazı konulu yazıları da yarım kaldı. Yine aynı zamanlarda kitaplık çapında kaleme aldığı aşk konusundaki derinlikli yazıları, bu konuyu ele alan eski şairlerimizin şiirlerini yorumlamada bizi daha farklı kapılara çıkarmaktadır.

Daha önce de bir vesile ile değinmiştik: Tanzimat sonrası yazarların çoğu, sanatkârlığı ağır basan yazarlardır. Daha doğrusu kendisini sanat ve edebiyat alanında ispat eden yazarlar gazete ve dergi sayfalarında boy göstermiş, gazeteciliğe daha sonra bulaşmışlardır. Günlük bir gazetede yazmak zorunda kalan bu yazarlar devamlı istediklerini yazamamanın sıkıntısını çekmişlerdir. Ve kendi kendilerini teselli ederek asıl yazmak istediklerine sıranın geleceğini bekleyip durmuşlardır.

İstediğini yazamamak -istenileni yazmak sıkıntısı, ekmeğini gazete yazarlığından kazanan bütün edebiyatçılarda vardır aşağı yukarı. Bir bakıma istediğini şöyle ya da böyle yazamamak veya yapamamak, istenileni yazma noktasına getiriyor o yazarı. Onlar kendilerini, bu işi mecburiyetten yaptıklarına inandırırlar. Günün 72 saat olmasını isterler ve asıl yapmak istediklerini yapamamaktan, yapmak zorunda olduklarına daha çok zaman ayırdıklarından müştekidirler. Ama çalıştıkları gazeteden de öylece emekli olurlar.

Bunlardan bir kısmı bu çemberin dışına çıkar. Kendisinden istenilen yazdığı yazılar değildir belki. Yazdıklarının bir gazete okuyucusuna ağır geldiğinden şikâyet edenler çok olur. Yazdıkları bir gazete köşesinde saç-baş yolduran cinsten şeyler de olabilir. Onların da mutlaka okuyucuları vardır. Ve gazeteyi sırf onlar için alan okuyucular da bulunur.

Merak ediyorum, gazetelerdeki köşeleri bugün en çok okunan -yazdıkları gazeteler çok sattığı için- Güneri Cıvaoğlu, Oktay Ekşi, Güngör Mengi, Emin Çölaşan, Yavuz Donat ve benzeri yazarların öldükten sonra mezar kitâbelerinde ne yazacak?! Yani 2095 yılının müdekkik okuyucularının kütüphanelerinde bu yazarlardan birer kitap bulunacak mı dersiniz?!

24 yıl önce
İstediğini yazmak ya da yazamamak
İngilizlerin kazanamama alışkanlığı
Paris saldırılarında illiyet bağları nerede?
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı