|
Necip Fazıl sen bizim herşeyimiz(mi)sin!

Sadece özel olan insanların özel hayatı olabilir. Herkes gibi kendisini özel zanneden, ama bundan gayri hatırı sayılır pek bir "özel"liği olmayanlarınsa, sadece mahrem hayatı olabilir.

Mahrem hayat, adı üstünde, başkalarına haram olan, gizli hayattır. Bize yaklaşan karga gibi kışkışlayıp dursak da, kara gerçek başımızın üstünden eksik olmaz: Her mahrem hayat, özel hayat değildir. Mahrem-namahrem ayrımının kalktığı bir dünyada, teselliyi hayatın mahrem tarafına "özel hayat" demekte bulabilir, özel hayata saygı vurgusu yapabiliriz. Fakat ne yaparsak yapalım, soru"nun uyumaya niyeti yok, gözlerini bize dikmiş cevap bekliyor: Özel hayat "özel"liğini nereden alır, neresi özeldir? Adından başka...

Faş olduğunda görüyoruz ki, özel hayatların birçoğunun pek kayda değer bir özelliği yok. Her şeyden çok işte bu yüzden, zaaflarla malul hayatlarımızın mahrem kalması, setredilmesi, saklanması gerekiyor.

"Mahrem hayatın özel olamaması sorunsal"ı, insanoğlunun kadim dertlerindendir. Göründüğü gibi olamayanlarla, olduğu gibi görünemeyenlerin sıkıntısını, en iyi sanatçılar "hisseder", en iyi peygamberler "paylaşır". Elinde sefertasıyla evden işe, işten eve giden memur misali, özel insanlar da olanla olması gereken arasında, mahrem hayatıyla sosyal hayatı arasında gider gelir. İkisi arasındaki yol, uzun ve yorucudur. Halden anlamak ve o hale tercüman olmak herkesin harcı değildir.

Bu kadim sıkıntıyı şiir kıvamında derinden hisseden ve Son Peygamber"le paylaşmaya çalışan "özel" insanlardan biri de merhum Necip Fazıl Kısakürek"ti.

Necip Fazıl Kürek"in günışığına çıkan "örtülü" mektupları, "sıkıntılı" mahrem hayatının özel olup olmadığı konusunda, az veya çok bazı ipuçları taşıyor. Kağıt üstündeki Necip Fazıl ile dünya üzerindeki Necip Fazıl arasındaki o kadim sıkıntının bir türlü şairin yakasını bırakmadığını, bir türlü iki yakasını bir araya getiremediğini, yazılarında kimseden korkmadan özgürce başını alıp giderken, gövdesinin eski alışkanlıklarıyla geride kaldığını görüyoruz. Kimseyi kınamak ne haddimize, bu dert hepimizin derdi...

Üstünde adı yazmasa bile, bir şiirini okuduğumuz zaman çok "özel" üslubundan kendisini hemen tanıdığımız Necip Fazıl, bu mahrem mektuplarında tanınmaz halde duruyor karşımızda. Hayranları ve düşmanları başkalarıyla karıştırmasın bizi, insanoğluna kimseyi tan etmek hakkı verilmemiştir. Biz sadece rahatsız olma hakkımızı kullanıyoruz. Bu mektuplardan ve bu mektupların okunma biçiminden. Aptal hayranlarından ve zeki düşmanlarından...

Ekmeğimizi paylaşır gibi, derdimizi de paylaşabilmeliyiz: altında imzası olmasa, tanımanın imkanı yok, bu mektuplarda "Üstad" niçin tanınmaz halde? Bu mektupları kullananların niyetini okumak yerine, bu mektupları nasıl okumalıyız, nasıl anlamalıyız... Tevil etmeden, görmezlikten gelmeden, adaleti incitmeden. Başkaları gibi kolayına kaçmadan.

Büyük yazarlarla kurulan ilişki, aşk evliliğine benzer. Çok seversen, o, her şeyin olur. "Mavi gözlü dev" olur... "Şairlerin Sultanı" olur... Sevgiyle "her şey" olur.

İlişkinin başında "iyi özellikleri antolojisi" yaparken, bir müddet sonra, alışkanlık durağında o güzel günlerin geri gelmesini beklerken, "kötü özellikleri antolojisi"ni yazmak için notlar alırsınız.

Yeter ki bulmak isteyin, arayan bulur, demişler. Bir zamanlar gözünüzün ondan gayrısını görmediği, "her şey"iniz olan bir insanın, on tane iyi veya on tane kötü özelliğini kolayca sayabilir, kendinizi ve muhataplarınızı bu gerçeklerle ikna edebilirsiniz. Hangi gerçekleri seçeceğinize ve bu gerçekleri nasıl kullanacağınıza duygularınız karar verir. İlişkiniz sayesinde şahidi olduğunuz örneklerin içinden istediğinizi seçerek, o insanın hikayesini kurgulamak size kalmıştır.

Gerçek şu ki, Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye"de kimilerinin her şeyi, kimilerinin hiçbir şeyidir. "Necip Fazıl sen bizim her şeyimizsin!" diyenlerle, "Nazım Hikmet sen bizim her şeyimizsin!" diyenlerin ezeli mücadelesinde, bize düşen Necip Fazıl"ın neyimiz olduğu sorusunun peşinden gitmektir.

Birinci Dünya Savaşı"nı kaybettiğimiz günden bugüne, adına İslam dünyası dediğimiz coğrafyalarda, yenildiğini kabul eden, ama pes etmeyi kabul etmeyen, hem eleştiri hem özeleştiri yapabilen özel insanların sayısı çok azaldı, ama bu insanlar sahneyi hiç terketmediler, İslam"la olan arkadaşlıklarından vazgeçmediler.

Gemiyi önce kaptan ve fareler terkedermiş... Öyle oldu. İslam dünyasının dört bir yanında elit tabakayı temsil eden şehirli müslüman nüfusun kahir ekseriyeti, çareyi galipler gibi düşünmekte ve yaşamakta buldular. Arayı kapatmak için koştururlarken de, detaylarla ilgilenecek kadar vakitleri yoktu. Partiye geç kalmamalıydılar. Geri kalmamızın müsebbibi olarak İslam›ı göstermekte, müslümanları günah keçisi ilan etmekte bir beis görmediler, bütün faturayı onlara kestiler.

Sosyologların terimlerini ödünç alarak söylersek; yirminci yüzyılda İslam dünyasında "İslami hareketler" nevzuhur ettiğinde, bunların liderleri kendi içlerinden çıktı. Amerika"da Malcolm X varsa, Mısır"da Hasan el-Benna, Bosna"da Aliya İzzetbegoviç vardı. Yanlışımız varsa uzmanlar yardım etsin, ama Necip Fazıl Kısakürek bir istisnaydı, içimizden çıkmadı. Onunla çekilen fotoğraflara bir daha bakın, "masum Anadolu çocukları"nın arasında hemen ayırt edilmektedir.

Bugünün popüler Türkçesiyle söylersek, bir "beyaz Türk" olan Necip Fazıl Kısakürek, adına "İslami hareket" denen "İslami sıkıntı"nın, yani sıkıntıda olan müslümanların başına geçti ve sadece müslümanları değil bütün Türkiye"yi "hareket"lendirdi. Millet, nihayet hasretini çektiği kafiyeyi bulmuştu. O, Necip Fazıl"dı.

Boşuna kendisine "dava adamı" denmiyor. En sıkıntılı dönemde, her davada müslümanların avukatı oldu. Mütekebbirlere kibirle karşılık vererek, o, millete cesaret, millet ona gönlünü verdi. Bir insan bir insanın gönlüne hangi yoldan girerse, ancak o yoldan çıkabilir. İslam"a ihanet ettiği ispat edilmediği müddetçe, bu millet, onun kibrini hoş görmüştür, bu mektupları da mazur görecektir...

İnsan çok sevince, sevdiği kişi her şeyi olur. Necip Fazıl da öyle oldu. "En büyük şair", "büyük mütefekkir", "büyük dava adamı" oldu. Mübalağa, sanatın temeli olabilir, ama ilmin temelinde dinamittir. İtiraf etmekte bir mahzur yok, bu satırların yazarı ol gafil kişi, vakti zamanında «Merhum Necip Fazıl mütefekkir değildi» dediği için, kimi (yaşı) büyük yazarlardan mütefekkirin anlamını öğrenmek zorunda kalmıştı.

Öyle ya, ömrü boyunca, gece-gündüz bu memleketin sorunlarını çözmek için tefekkür eden bir insan nasıl olur da mütefekkir olmazdı! Aşıklar da sabahlara kadar tefekkür ediyor, ama onlara niçin mütefekkir demiyoruz? Her vesileyle, İslam medeniyetinden bahsedenlerin "mütefekkir"in tarihi-terimsel anlamını hatırlamaması, kelime anlamıyla yetinmesi, nerelerde kaldığımızı görmek için ne güzel bir örnektir.

"Büyük Doğu", büyüklük taslayan Batı›ya verilmesi gereken bir cevaptı, bunu hatırlamak ve hatırlatmak namus borcuydu. Sloganlara sloganlarla cevap verilirdi. Lakin her gölde nehirlerin, her medeniyette ilim adamlarının hakkı saklıdır. Doğu"yu büyük yapan ilim adamlarının büyüklüğü, sadece çoğul ekiyle cümlelerde yer bulabildiler: "Mevlanalar, İbn-i Arabiler, İbn-i Sinalar, Gazaliler" yetiştirmiştik, ama şimdi onları okuyamıyor, onlardan çok uzun süredir haber alamıyorduk...

Eğriye eğri, doğruya doğru demeye çalışırsak: Necip Fazıl Kısakürek engellenen nehrin yatağını değiştirdi kuşkusuz, fakat bir müddet sonra bu defa kendisi yolunu kesti nehrin, karizmatik şahsiyetiyle. Sadece büyük şair, büyük mütefekkir, büyük dava adamı olmadı, nehrin önünde büyük bir baraj da oldu. Gücünü bu nehirden alan, okuyanı elektrik çarpmışa döndüren aforizma gibi cümleleri, hala menkıbe gibi anlatılan hatıraları vardı, ama "Büyük Doğu"nun büyük Doğu"nun mütefekkirleriyle münasebeti zayıftı.

Karizmatik şahsiyetiyle Anadolu"nun gariban çocuklarına göremedikleri ufku gösterdi; ama onlara ufkumuzu belirleyen mütefekkirlerimizi göster(e)medi; çünkü kendisi de onların sadece ismini biliyor gibiydi. İyi bir müzik bizi iyi müziklerle, iyi bir kitap bizi iyi kitaplarla, iyi bir insan bizi başka iyi insanlarla tanıştırır. «Üstad» bizi medeniyetimizin üstadlarıyla tanıştır(a)madı. "Eşsiz" kaldı. Hayranları "eşsiz" olmasını çok değerli bir şey zannetse de, bu, zannedildiği gibi hayra alamet değildi, medeniyet iddiasıyla çelişiyordu. Büyük Doğu›nun büyük adamlarından ortada pek eser yoktu...

Üslubunun gücünü tartışmak yersiz olur, ama keşke ürettiği fikirler için de bu kadar net olabilseydik. İyi niyetli olmanın eylemin iyi olmasına yetmemesi gibi, üslubun güçlü olması da ileri sürülen fikirlerin güçlü olmasına yetmez. Bunun içindir ki bugün onu güçlü fikirleriyle değil, polemikleriyle, şiirleriyle ve menkıbe gibi anlatılan hatıralarıyla yadediyoruz...

O "eşsiz" yalnızlığı çok özel insanlar bilebilir... O insanlardan biri de Osmanlı iktisat tarihinin dünya çapında tanınan ismi Mehmet Genç Hoca"dır. Mehmet Genç Hoca, "eşsiz" bir insan değildir, ‹çok özel› bir insandır. Onun eşi ve benzeri olan ilim adamlarının çoğu tarihte kalmıştır. Çoğu insan onu yaşına ve ilmine hürmeten profesör zannetse de, o, bilinçli olarak doktorasını bitirmeden bırakmış, ilim yolculuğuna devam etmiştir. Doktorasını yaptığı 60"lı yıllarda, Sanayi Devrimi"nin Osmanlı İmparatorluğu"nu nasıl etkilediğini araştırdığı doktorasını, yıllarca uğraşmasına rağmen, doktora yazabilecek kadar bilgiye ulaşamadığı için -ilme hürmeten- bırakmış, kırk yıl süreceğini bilmediği bilgi toplama yolculuğuna başlamıştır.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, bir sohbetinde bu kararının nedenini anlatırken, bir benzetmede bulunmuştu. İsimleri yanlış hatırlayabilirim, ama bahsettiği fotoğraf hala gözümün önündedir. Mealen şöyle diyordu Mehmet Genç Hoca: "Eğer Heidegger o noktaya ulaşabildiyse, Aristo"nun omuzlarına çıkabildiği içindir. Ben doktora yaparken, omuzlarına çıkabileceğim kimse yoktu, o yüzden duvarın arkasındakileri göremedim.»

Surda bir gedik açılmış olabilir, ama hapishanemizin duvarı hala yerinde duruyor... Kimsenin omzuna çıkmayı gururlarına yediremeyenler ve kimseyi omuzlarına çıkarmayı kibirlerine kabul ettiremeyenler, duvarın altında atıp tutmaya, bize hiç görmedikleri duvarın öte tarafı hakkında, güçlü üsluplarıyla zayıf hikayeler anlatmaya devam ediyorlar...

11 yıl önce
Necip Fazıl sen bizim herşeyimiz(mi)sin!
Anadilde eğitim diye bir şey yok mu?
Korkakların kıyameti
Artık daha kuvvetliyiz
Türkiye bir mesuliyetin adıdır
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…